Bu yazıyı yoğun ve uykusuz geçen bir cuma gecesinin geç saatlerinde kaleme alıyorum. 9 Kasım’ı 10 Kasım’a bağlayan gece. Bir damla uyku girmedi gözüme bu akşam. Sebebini de anlayabilmiş değilim, belki hem Kıbrıs Sorunu üzerine yaptığım tez araştırmalarının verdiği yorgunluk hem de ülkemizin durumunun bir anda aklımdan geçmesi bir anda bir boksör aparkatı gibi indi göğsüme. Âcizlikten olsa katlanılır duygulanımlara ama insan bazen tüm Dünya’yı sırtında taşıyan Atlas gibi hissediyor kendini.
Peki muhtaç olduğum kudreti nerede aramalıyım?
***
Bu sorunun cevabını bulmak için saat beş, beş buçuk civarı attım kendimi York’un karanlığa bürünmüş, rüzgârlı ve soğuk sokaklarına. Yurt kompleksinin karşısındaki parkta bir bank buldum kendime ve oturdum. Cem Karaca ve Zülfü Livaneli eşliğinde gözlerim gökyüzüne kaydı. Şafağın sökmesine, zifiri karanlığın yerini o turuncu, umut dolu aydınlığa bırakmasına daha çok var. Tek bir doğal ışık kaynağı vardı ben bankta otururken, yıldızlar. Çayımı yudumlarken evrenin namütenahi karanlığının içinden fırça darbeleri ile çizilmiş gibi anlamlı ve bir çöldeki kum taneleri kadar fazla olan yıldızları izlemeye koyuldum. Kendi kendime düşündüm: “Belki de beni bu düşüncelerden uzaklaştıracak umut ve ilham hep orada, gökyüzündeydi ve ben, günlük hayatın yüksek temposuna ayak uydurma çabamdan onu hiç göremedim.”
İşte o an gözümde Rafaello’nun Atina Okulu tablosu canlandı. Kendimi freskin birleşme noktasında aradığımız nihai doğrunun göklerde olduğunu anlatmak istercesine göğü işaret eden Platon ve onun bilginin ancak gözlem ile doğrulanabileceğini savunan ve bunun için resimde gökten ziyade Dünya’yı işaret eden öğrencisi Aristoteles’i tahayyül ederken buldum. Hangisinin haklı olduğu muhasebesini yaparken gözüm bir anda cep telefonumun saatine takıldı. Zaman su gibi akıp geçmiş ve saat altıyı bulmuştu bile.
O anda duraksadım ve boğazım düğümlendi.
Türkiye saatine göre saat dokuz olmuştu. Kasımın onuncu gününe girdiğimi bir anda idrak ettim ve benim için taşlar tamamen yerine oturdu. Benim altında ezildiğim şey ne derslere yetişmek için sarf ettiğim efor, ne de memleket hasretiydi. Bir 10 Kasım daha gelip çatmıştı. Bu günün benim için olan anlamı her sene biraz daha büyüyor. Küçükken insanların neden bir insanın ölümü için bu kadar üzüldüklerini pek idrak edemezdim. İnsanın gözünün açılması için gereken şey bilgi birikimi ve zamanmış. Yıllar işte bana bunu öğretti, 10 Kasım’ın bir insanın değil bir düşüncenin ölüşünü anma günü olduğunu…
Hayat insanı nerelere savurur belli olmuyor. Bir gün 23 Nisan İlkokulu’nda Atatürk’ü törenlerle anıyorsun, başka bir gün ise İngiliz Okulu sıralarında bir dakikalığına dünyadan kopuyorsun Atatürk’ü düşünürken ve şimdi memleketinden binlerce kilometre uzakta İngiltere’nin küçük ve şirin bir kentinin bir parkında tek başınasın. Yelkovan beşinci dakikaya isabet ederken benim aklımdan geçen bunlardı. Okullar başladı ve bitti, zaman geldi geçti, ben büyüdüm, ama Atatürk’e olan sevgim ve her 10 Kasım’da yaşadığım üzüntü payidar kaldı.
Maalesef…
Üzüntümün sebebi Atatürk’ün bize hediye ettiği miras ve verdiği görevin beraberinde getirdiği manevi ağırlık. Ben bu 10 Kasım günü, bir Kıbrıs Türk genci olarak omzumda hissettiğim bu koca ve yüce yükün altında ezilir gibi oldum, dizlerim titredi. Aklıma “Acaba biz gençler olarak ülkeyi ileriye taşımamızı tembihleyen bu mukaddes yükün altından kalkabilecek miyiz?” sorusu geldi, çünkü o büyük devrimci en çok da biz gençlere güvenmişti.
***
Ölenin ardından ne kadar ağlansa, ağıtlar yakılsa ve konuşulsa nafile! Ölen insanı hiçbir şey geri getirmiyor. Yoksa son seksen senede ona duyulan hasret ve dökülen gözyaşı onu çoktan aramıza getirirdi. Atatürk âdeta bunu öngördüğü için sarf etmiş sanki şu sözlerini:
“Beni görmek demek mutlaka yüzümü görmek değildir. Benim fikirlerimi, benim duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız bu kafidir.” (Kocatürk ve Atatürk, 1987, s.207)
Peki geçmiş nesiller gerçek Atatürk’ü “gördüler” mi?
Bu bağlamda bir noktayı berraklaştırmak lazım. Atatürk sevgisinin Türkiye ve Kıbrıs’ta kayboluğunu iddia etmekle bu iki halka ciddi bir haksızlık etmiş oluruz. Her 10 Kasım günü bu devrimcinin aramızdan ayrılışını anmak için ülke çapında saat dokuzu beş geçe işini bırakıp, arabasını durdurup saygı duruşunda bulununan, milyonlar hâlinde Anıtkabir’e iştirak eden bir toplumun Atatürk sevgisinden yoksun olduğunu söyleyemeyiz.
Sorun Atatürk sevgisinin yokluğu değil, Atatürk sevgisinin yanlış temellere oturtulmasıdır. Atatürkçülük okullarda ders olarak ezberletildi, sokaklara heykeleri dikildi, meyedanlara ismi verildi. Atatürk sevgisi, kendisinin bilime verdiği ehemmiyet ve dogma karşıtlığının aksine putlaştırıldı ve Atatürk sevgisi ülkeyi kalkındırmak için kullanılması gereken bir kılavuz olarak kullanılmaktansa ya bir popülizm aleti ya da geçmişe dönük bir nostalji öğesi olarak kullanıldı.
Oysa ki ne demişti Atatürk?
“Ben manevî miras olarak hiçbir nas-ı katı, hiçbir dogma, hiçbir donmuş, kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevî mirasım ilim ve akıldır. Benden sonra beni benimsemek isteyenler, bu temel mihver üzerinde akıl ve ilmin rehberliğini kabul ederlerse manevî mirasçılarım olurlar.” (Giritli ve Atatürk, 1980, s.13)
Geçmiş nesillerin bize bıraktığı miras yanlış eğitim ve toplumsal politikalarla dayatılmış bir ‘Atatürk dogması’ oldu, her ne kadar Atatürk böyle bir şeyi kesinlikle istemediyse de. Bu insanların hepsi bir zamanların gençleriydiler. Geçmiş jenerasyonlar bu bağlamda Atatürk’ün inkılap ve ilkelerini takip edip O’nun çizdiği telakki ve terakki yolunda ilerlemek bir yana, toplumu gerek isteyerek, gerek gayriihtiyari bir şekilde Atatürk’ün temel ilkelerine zıt kutuplara yönlendirmişlerdir.
Geçmiş nesiller Atatürk’ü tanımadılar, sadece ezberlediler. Oysa ki O’nun tek istediği Ata’sı olduğu halk tarafından anlaşılmaktı.
Geçmiş jenerasyonların Atatürk’ü nereden alıp nereye getirdikleri ortada. Peki biz de Atatürk’ü geçmiş nesillerin yaptığı gibi yanlış yöne mi götüreceğiz? Cevap: Hayır. Atatürk’ün bilime ve pragmatizme dayalı ve doğası gereği dinamik olan felsefesini kılavuz edinmek hâlâ daha mümkündür. Bunun sebebini Maarif Vekili (Millî Eğitim Bakanı) Hasan-Âli Yücel’den dinlemekte fayda var. Yücel, Atatürk’ün naaşını taşımak için Büyük Millet Meclisi tarafından kura ile seçilen 12 millet vekilinden biriydi ve yaşadığı duyguları edebi bir eser kalitesinde benim yapabileceğimden çok daha iyi tasvir etmişti [1]:
“Sen O’nu daima kendi arzularına göre yürür ve yaşar görmüştün. Şimdi o, hareketlerini sizin iradelerinize bırakmıştır. İstediğiniz yere koyup dilediğiniz yere kaldırıyorsunuz. Mukavemet etmiyor, hayır demiyor. Kendini size terk etmiş gibidir. Niçin? Bu hür, hareketlerine sahip insan, hürriyetinden ve iradesinden vazgeçmiştir? Zihnini yorma; halledemezsin. Taşı, senin götürmek istediğin yer, şimdi O’nun gitmek istediği yerdir.”
Hasan-Âli belki Atatürk’ün naaşını taşımaktan bahsetti yukarıdaki satırlarda, ama aynı Atatürk, nasıl naaşının Dolmabahçe Sarayı’na taşınması sırasında vücudunu O’nu taşıyan 12 millet vekiline teslim ettiyse, şimdi de fikirlerini en çok ümit bağladığı bizlere, gençlere teslim etmiştir. Artık O’nun isminden ziyade fikirlerini yaşatmak bizim neslimizin elindedir.
***
Kıbrıs Türk gençliği olarak bilime, kadın erkek eşitliğine, kalkınmaya ve Batılılaşmaya bu kadar önem veren bir kişinin öğütlerine Atatürk’e biçilmiş politik dış cepheden uzak bir yaklaşımla kulak vermemiz gerekmektedir. Her toplum gibi bizim de bu büyük devrimciden öğrenecek çok şeyimiz var. Bunun için bizim duygulanmaya ve geçmiş jenerasyonların yaptıkları hataları yapmaya hakkımız yoktur. Bize devredilen bu miras pek büyük, pek önemlidir. Bu yolda dayanışma içinde birbirimizin elinden tutup bu ülkeyi hayallerimizdeki yere getirmekten başka bir şansımız yok. Mehmet’in 29 Ekim tarihli ve Ali Furkan’ın 5 Kasım tarihli yazılarında sundukları hayaller gibi bir çok hayalin gerçekleşmesi ancak genç nüfusun birlikte hareket etmesi ve kendimize Atatürk gibi bir yol gösterici seçmemizle gerçekleşebilir.
Görmek istediğimiz değişim ve ilerlemenin meşalesini sımsıkı ve göğsümüze yakın bir şekilde tutup istikbale kol kola, omuz omuza, birbirine kenetlenmiş bir toplum olarak koşar adım ilerlemeliyiz… Bu yolda da kılavuzumuz ancak Atatürk gibi bir Kutup Yıldızı olabilir, çünkü bir yola çıktığınızda elinizdeki pusula çalışmasa bile Kutup Yıldızı her akşam gökyüzüne baktığınızda oradadır, ve her zaman size doğru yolu göstermek için hazırdır. Bu anlamda toplum olarak bir birlik içinde olmalıyız, kuyuya düşmüş yengeçler gibi (Crab mentality) birbirimizin bacağından çekmeye devam ettiğimiz sürece ne kendimize hedef biçtiğimiz Batı seviyesindeki toplumlar seviyesine gelebiliriz, ne de farklı görüşlerin ahenginde toplumsal bir armoni yaratabiliriz.
Günün sonunda bir avuç insanız şu güzel adada, birbirimizden başka kimimiz var ki destek alabileceğimiz?
***
Atatürk’ün öldüğü günden bu yana ebediyete akıp giden 80 yılın yükü ağır ama bir o kadar da önemli. Sayısız insanın bu emel uğruna canları ile ödedikleri bedeli hiçbir zaman aklımızdan çıkarmamamız gerekmektedir. Bizim yapacağımız her fedakârlık hem parlak bir geleceğe yapılmış bir yatırım, hem de hürriyet uğruna hayatlarını hiç düşünmeden veren binlerce isimsiz kahraman asker ve insana hiç görmedikleri ama uğruna savaştıkları nesillerden bir hürmet göstergesi olacaktır.
Hep birlikte yüklenmemiz gereken bu yükün ağırlığı altında ezilmemek ve Atatürk’ün kılavuzluğunda Kıbrıs’ımızı daha da güzelleştirip hayallerimizi süsleyen o cennet ve yaşanası vatan yapmak ümidiyle…
Referanslar
[1] Yazının tamamına Celâl Şengör’ün Hasan-Âli Yücel ve Türk Aydınlanması kitabının 14 .ile 17. sayfaları arasından veya bu linkten erişebilirsiniz.
Kocatürk, U. ve Atatürk (1987). Atatürk. Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları
Giritli, İ. ve Atatürk (1980). Kemalist Devrim İdeolojisi. İstanbul Üniversitesi Yayınları
Gençlerin böyle düşünmesi ne kadar umut verici.Çok güzel.