Bir zamanlar kısmen şoke edici, fakat artık aşikâr ve banal sayılan acı gerçeklerden biri de “hukuk” ve “adalet” konseptlerinin (her zaman) eş anlamlı olmayışlarıdır. Buna hukuk öğrenimini tamamlamak üzere olan bir hukuk öğrencisinin hayal kırıklığı da, suç yüklü bir itirafı da diyebilirsiniz. Her zaman ortalamadan daha hayalperest biri olan benim için sanırım daha çok birincisi geçerli.
Geçen sene Londra’daki hukuk eğitimimin ikinci senesinde derslerimden biri olarak aile hukukunu seçtim. Hem çalıştığım konuları pratikte deneyimleyebilmek, hem de yardım amaçlı bir projede yer almak amacıyla Canary Wharf’ta Doğu Londra Aile Mahkemesinde (London East Family Court) Yardımcı Öğrenci (Student Supporter) olarak gönüllülük yapmaya başladım.
Görevim avukat tutmaya maddi gücü olmayan davacı ve davalılara (hukuki dilde “Litigants in Person” [LiP]) destek vermekti. Bu, hem stresli ve duygusal LiP’lerin dava öncesi ve sırasında yanlarında bulunup duygusal destek sağlamayı, hem de onlara mahkeme adap ve kurallarını açıklamayı kapsıyordu. Ayrıca, kendi davalarını savunacak tarafların hâkim huzurunda sunacakları argümanlarını planlamalarına yardım edip onlarla beraber davalarından önce çalışacaktım.[1] Heyecanlıydım.
Greenwich Üniversitesi tarafından başlatılan, gönüllülüğe dayalı bu proje, 2012 tarihli Adli Yardım, Hüküm ve Suçluların Cezalandırma Yasası (Legal Aid, Sentencing and Punishment of Offenders Act 2012) ile devletin adli yardıma ayırdığı harcamaların büyük bir ölçüde kısıtlanmasına bağlı olarak buna ihtiyaç duyan LiP’lerin sayılarının hızla yükselmesiyle doğdu. İkinci Dünya Savaşı sonrası 1949’da İşci Partisinin refah devletçiliği uygulamasının bir parçası olan adli yardım (legal aid), belirli kriterleri sağlayan fakat avukata danışmaya ve/veya avukat tarafından mahkemede savunulmaya maddi durumu yetmeyenlere bu servisleri sunma uygulamasıydı. Fakat 2007-2008 yıllarında patlak veren global ekonomik krize kemer sıkma politikası ile tepki veren İngiltere bütçe açığının bir kısmını aile hukukunda adli yardım harcamalarını keserek kapatmaya çalıştı. Kadına karşı şiddet haricindeki davaları kamu fonu harcamalarını gerektirecek kadar önemli görmeyen hükûmet, tarafların mahkemeye başvurmadan arabuluculuk veya hakem kararı (arbitration) gibi alternatif sorun çözümlerine (alternative dispute resolution) yönlendirmeye başladı. Bu değişiklileri de meşrulaştırmak için kulak doyurucu bir nedeni vardı: Aile arasındaki mahrem anlaşmasızlıklar kamuya açık yollardan değil, özel yollar aracılığıyla çözülmeliydi.[2]
Kamuya açıklık ve saklılık arasında çizilen bu çizgi ilk bakışta ne kadar mantıklı ve aile mahremiyetine saygılı gözükse de, gerçekte bu hareket hiç de sanıldığı gibi iyi niyetli değildi. Feminist hukuk teorisinin ünlü isimlerinden Fineman’ın dediği gibi, aile sadece özel değil ayrıca toplumsal bir kurumdur. Aile içerisindeki roller ve görevler toplumumuzun yankısıdır.[3] Bu yüzden, aile hayatlarına çekilen mahremiyet perdesi arkasında güç asimetrisi ve cinsiyet eşitsizliği gizliyor, ve sürdürüyor. Alternatif sorun çözümleri tabii ki mahkemelerin yarattığı “muhalif”, “düşman” veya “karşı taraf” duygularına yer vermeden mahrem problemleri çözmek için ideal olabilir. Fakat bu ancak tarafların birbiri üzerindeki gücü eşit olduğu sürece adil bir çözüm doğurur. Maalesef bu ne toplumumuzda, ne de dolayısıyla ailelerimizde tam anlamıyla başarılı olduğumuz bir durum.
Mahkeme yoluyla anlaşmazlıklarını çözmek isteyen taraflar ise avukatları olmadığı sürece kendilerini hukuki dilin içerisinde kaybolurken buluyor. Hukuk, sadece “haklılık” (ki bu konseptin kendisi öznel) üzerine değildir. Bir taraf ne kadar “haklı” görünse de, gereken hukuki noktaları yakalayamadığı sürece davayı kazanan taraf olmasına imkân yoktur. Gözlemlediğim birçok davada yeterli delili olan ama bunu yasadaki gerekli hukuki tanım içerisine sığdıramayan/nasıl sığdıracağını bilmeyen bir çok anne ve/veya babanın çocuklarını görme haklarının (tekrar) ertelendiğini gözlemledim… Ve mahkeme dışarısında özenle hazırladığımız argümanların tek cümlesini stres, panik ve karşı tarafın avukatının tehditkâr bakışları altında titremekten söyleyemeyen koca insanları…
Maalesef İngiltere’de aile hukukunda adalet 2012 yılını takip eden gelişmelerin ardından tehdit altında. Artık öncelik, zengin ve fakir veya kadın ve erkek arasında eşitlik sağlamak değil.[4] Artık öncelik, adalet de değil. Öncelik, masraf kısıtlaması.
Referanslar
[1] Farhana Begum, McKenzie students – an oxymoron? (2017)
[2] Felicity Kaganas, Justifying the LAPSO Act, (2017)
[3] Martha Fineman, The Autonomy Myth, (2004)
[4] Felicity Kaganas, Justifying the LAPSO Act, (2017)