Kuzey Kıbrıs’ta Kentleşme (3)

4 parçalık yazı serisinin ikinci parçasına buradan ulaşabilirsiniz.


Neoliberalizm, Şehirler, Parklar ve Kimlikler

Önceki yazılarımda bahsettiğim trafik ve taşımacılık sorunları, ülkemizde yıllardır süregelen çarpık kentleşmenin tezahürlerinden yalnızca iki tanesidir. İnsanımızın ve şirketlerimizin de, sağ olsunlar, sahip olduğu araziden, topraktan maksimum kâr-çıkar sağlamak istemesi ve bu yüzden arsalarına mümkün olduğunca çok insan ve dolayısıyla para sığdırabilecek apartman-site, rezidans gibi bina projeleri yapmaları şehirlerimizde nefes almayı her geçen gün zorlaştırıyor.

 

Devletimizin yetkili organlarının ise bu yatırımları ekonomimizin âdeta can damarı olan inşaat sektörünü desteklemek ve ülkeye yatırım çekme isteği yüzünden oldukça gevşek düzenlemelere, planlamaları geciktirmelerle, ara emirleri ile yatırımcıya öyle ya da böyle “olur, yaparsın” izni vermesiyle, örneğin Girne gibi eskiden dünyanın en güzel şehirlerinden sayılabilecek bir yerleşimimizi ortalama bir sahil kentine dönüştürmüştür. Diğer şehirlerimizde de durum maalesef pek farklı değildir. Şunu açıkça söyleyebiliriz ki, o kentlerimizin genelinde ne o eski otantik albeni, ne de o huzur veren doku kalmıştır.

 

İnşaat Ya Resulallah!

Müstakil ev sahipliğinden apartman yaşantısına geçiş sürecimiz sancılı olmaya devam etmektedir. Apartman kültürü bizim kültürümüz değildir, her şey gibi bunu da ithal ettik. Hızlı sayılabilecek şehirleşme sürecimizde millet apartmanlara sıkışık sıkışık doluşmaya başladı. Yenilenme döneminden (1980’ler) itibaren evler tamamen şekil değiştirmiş, klasik Kıbrıs tarzı mimariden uzaklaşmıştır. O tarihten bu yana çoğunlukla sadece işlev düşünülerek yapılan gerek zevksiz, gerek dokuyla alakasız yapılar şehri mimari bir karmaşaya sürüklemektedir.

 

Müstakil evler ise daha iyi durumda değil. Küçücük arazilere kapsül kadar evler, bahçesiz, doğru düzgün araç park yeri bile olmayan villalar, insanımıza dar geliyor. Biz böyle alışmamıştık, bol bol arazimiz var sonuçta niye ovalara ayılıp bayılıp genişlemiyoruz ki? Ama olmaz! Alışacağız sonuçta. Daha büyük evler isteyemeyiz, yoksa bazılarımız cebimizi fazla dolduramayız! Düşük malzeme standartlarımızla, kalitesiz işçiliğimizle, sömürülen işçilerimizle ancak böyle.

 

Neyse konudan fazla sapmadan, diyebiliriz ki kendiniz de yapabilirsiniz evinizi geniş geniş, eğer yeteri kadar maddi imkâna sahip iseniz, ama nereye? Her aklına esen her istediği yere arsa açarsa, ev yaparsa nasıl düzenli bir yapılaşma/kentleşme görülebilir ki? Oldukça dağınık olan yerleşimlerimizde, bu durumda hizmet beklemek büyük zorluklara sebep olacaktır belediyeler açısından. Gelişme bölgelerinde her yere açılan, talebe karşı fazla gelen, yıllardır bomboş kalan arsalar ve şehirdeki araziler büyük bir toprak ve malzeme israfına neden oluyor.

 

(Buraya yine konudan bağımsız, küçük bir parantez olarak eklemek isterim: Biz değil miyiz evlerimizi çimentodan, kumdan, betondan yapıp, sonra mermer döşeyip, en son da bahçeyi taş duvarlar ile çevirdikten sonra Beşparmak Dağlarını her gün biraz daha kemiren taş ocaklarına sövüp sayan? İşte alternatifler varken bu malzemeleri de kullanmamız, ülkemizin doğal kaynaklarını israf etmeye bir örnek sayılabilir.)

 

Kocaman binalar ve rezidanslar arasından akıp gitmeye çalışan küçücük, daracık yollarda yürümek bazen insanı daraltıyor. Bilhassa bu gibi yerlerde yolların ağaçlandırılmamış olması zaten havasız kalan ara sokakların yaz aylarında neredeyse yürünemez hâle gelmesine sebep oluyor. Zaten yeşil alan yok, onu geçtik; yollarda, orada burada yeşilsizlikten, betona bakmaktan kör olacağız neredeyse.

 

Biraz Yeşillik Lütfen

Önceden doğru düzgün planlamadık ki şehirleri! Yeni yeni imar planları çıkarmak, var olan yasaları çağdaşlaştırıp güncellemek aklımıza geliyor. Fakat hâlen daha bu planları yapmaktan imtina ettiğimiz, emirnamelerle idare ettiğimiz yeni gelişim bölgeleri mevcut. Onlarda durum pek iç açıcı değil, yeşil alan ihtiyacına bağlı sıkıntılar baş gösterecek yakında.

 

Bütün kasaba ve kentlerde hissettiğimiz yeşil alan eksikliği bu inşaat çılgınlığının sonucunda ortaya çıkmıştır. Nitekim ülkemizde bir park ve yeşil alan kültürü de yoktur,  bu kamusal alanları günlük kullanan insan sayısı çok azdır. Özellikle “büyük” sayılabilecek parklarımızdaki bakımsızlık bu durumda pek fazla göze batmıyor. İnsanımızdaki park algısı genellikle “çocuk parkı” duyumundan öteye geçemiyor. Parklar sadece insanların uğrayıp biraz zaman geçirdiği, çocukların eğlenebildiği yerler olarak değil, ayrıca halkın nefes alabildiği, şehir ekolojisinin dengelendiği alanlar olarak da görülmelidir.

 

Bu parklar şehirlerin akciğerleri olarak da sayılabilir. Şehre başlıca katkılarının arasında şehir ekolojisini desteklemek, havasını değiştirmek ve şehirsel ısı adalarının etkilerini azaltarak yaz ve kış aylarında yerel sıcaklığı olabildiğince kontrol altında tutmaktır. Ayrıca, insana fiziksel sağlığının yanında zihinsel olarak da katkı sağlar biraz açık alan, yeşillik görmek, doğa ile bitkiler ile iç içe olmak. Bu gibi şehirdeki “büyük parklar” ülkemizde maalesef bulunmamakta, küçük kalmaktadır, yine de hiç yoktan iyidir. Alsancak’taki millî park, Taşkent’teki doğa parkı projeleri gibi çağdaş park anlayışına uygun projeler, ülkemizde daha yeni yeni anlaşılmaktadır. Yoksa her tarafından nasıl bir şey olduğu anlaşılmayan, doğal park anlamını içini boşaltan, sadece insanların kullanımı için yapılan millet bahçeleri faciaları gibi değil.

 

Şehir planlama dairesinin mevzuatına göre, bir arazinin arsa olarak kullanılabilmesi için en az %10’unun yeşil alan olarak ayrılması lazımdır.[1] Fakat bu %10’luk yerin nasıl bir yer olacağı belirtilmemiştir. Çoğu zaman bu alanlar kişi başına düşmesi gereken metrekare miktarının altında kalmakta, ki bu Dünya Sağlık Örgütüne göre kişi başına 9 metrekaredir, ve çoğunlukla projelerin en elverişsiz ve ulaşımı engelli kenar köşe yerlerine ayrılmıştır.[2]

 

Kişi başına düşen yeşil alan bir tek Gönyeli Belediyesinin başarılı yeşil politikaları sayesinde 10 metrekare civarına kadar çıkmıştır, fakat yine de yeterli değildir. Diğer şehirlerimizde dünya standartlarının çok altında, durum içler acısıdır, Lefkoşa’da yaklaşık 2.8 m2, Girne’de 3.6 m2 iken Mağusa’da ise yine sadece 4 metrekaredir.[3] İleride ise artan nüfus ve boş yerlerin de dolmasıyla birlikte kişi başına düşen park miktarı daha da azalacak, şehirler daha sıkışık olacak ve bina denizi distopik şehirler hâline gelecektir.

 

Birleşik Krallık’ta yasalar çerçevesinde en küçük 300 metrekare olan parklar evlere en fazla 5 dakika yürüme mesafesinde bulunabilirken, 5000 metrekare üzeri yeşil alanlar 15 dakika yürüme mesafesindedir, bu da insanları yeşil alanlara doyururken şehir içi ekolojik dengeyi korumakta ve insanların doğaya olan etkilerini bir nebze olsun azaltmaktadır.

 

Bizde ise böyle bir sınırlama yoktur, zaten olan parklara da büfe ve betondan yürüyüş yolları yapmaktan toprak kalmıyor neredeyse. Küçük parklardan oluşan yeşil alanlar da bu parkların işlevselliğini azaltmaktadır, daha geniş parkların yapılması da elzemdir, imar planlarında da vardır (Lefkoşa) fakat, bu kısımlar genelde askeri amaçlar için kullanıldığından kamuya açık değildir.[4] Bu gibi yerlerin kamuya kazandırılması herkes için faydalı olacaktır.

 


 

Referanslar

[1] Şehir Planlama Dairesi web sayfası, www.spd.gov.ct.tr

[2] Kara, C., Akçit, N. (2015) Analyzing green/open space accessibility by using GIS: case study of northern Cyprus cities. Proc. SPIE 9535, Third International Conference on Remote Sensing and Geoinformation of the Environment (RSCy2015)

[3] ibid.

[4] Şehir Planlama Dairesi web sayfası, www.spd.gov.ct.tr

 

Fotoğraf: Lefkoşa Türk Belediyesi

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir