İnsan Olmaya Ne Dersiniz?

Sanırım “insan” denilen kavramın tanımı kadar göreceli bir şey yok, düşünün ki tıpta, fizyolojik bir yapı yani bir et parçası olarak siz, sosyolojide toplumun bir üyesisiniz ya da teolojik olarak tanrının yarattığı en mükemmel varoluş olabilirsiniz lakin ekonomik olarak vazgeçilmezi olsanız da sistemi oluşturan bir birimden başka bir şey değilsiniz.

 

Aslında, amacım size “insan” türünün biyopsikososyal tanımlamasını yapmak değil, insana dair farklı bir hikâye anlatmak. Bilmiyorum, belki de “insana dair” değil de “farklı bir insan”ın anlatısı dersek daha doğru olur. Adı geçtiğinde korkuyu “iliklerine” kadar hisseden ama birebir tecrübe etmediği takdirde pek de ciddiye almadığı bir hastalığın ana karakteri olarak “insan”…

 

Ödü patladığı hâlde ciddiye almadığı bu hastalığın hem kurbanı olup ölebilen, hem de vurdumduymazlığı sayesinde kendi ölümünü izleyebilen insan…

 

Peki nedir bu umursamadığımız hastalık?

 

Çoğumuzun adını anmaktan bile korktuğu bir gerçek, kan kanseri (lösemi)… Bu hastalığın tıbbi incelemesini ya da tedavisini anlatmak benim işim değil ama bu hastalığı bilmek ve hakkında bilinç sahibi olmak zorundayım. Bu zorunluluk bana bir kurum veya bir otorite tarafından dayatılmış değil, tam aksine bu farkındalığı bizzat ben istemeliyim! Bu bilince sahip olmayı ben istemeliyim ki, hasta olduğum zaman senin kemiğindeki iliği isteyebileyim… Bunu, muhtaç olduğum iliği 7 milyar insanın içinde aramaya yüzüm olsun diye bizzat ben istemeliyim…

 

Bahsettiğimiz hastalığa birçok farklı ve aşamalı tedavi yöntemi geliştirilmiştir. Örneğin bazı durumlarda hastanın önceden uygulanan tedaviye cevap vermemesi sonucu ilik nakli gerekebilir. Bu durumda hasta için uygun bir ilik donörü aranır. Uygun donör için ilk bakılan kişiler kardeşler ve diğer aile üyeleridir. Ancak akrabalar arasında uygun donör bulunamadığı takdirde hasta ve yakınları için en zor süreçlerden biri olan kan bağı olmayan kişilerin uygun ilik için taranma aşaması başlar.

 

Ağırlıkla çocuklardan oluşan lösemi hastalarının tedavisinde yeterli imkânlar ve yüksek moral olduğu sürece %85’lere varan başarı oranı vardır. Ayrıca, ilik nakli tedavisinde ise başarı oranı löseminin cinsine ve diğer etkenlere bağlı olarak %43 ile %83 arasındadır. Lakin, uygun donörün bulunma oranı maalesef bu kadar yüksek değil…

 

Peki ya uygun donörün bulunma oranının yükselmesi için ne yapabiliriz?

 

Bu hususta en önemli nokta şüphesiz toplumsal farkındalıktır. Kanser hastalığı (özellikle lösemi) ve donör olma konusunda toplumun bilinçlenmesi ve ortak bir algıya erişmesi gerekmektedir. Aslında, bahsettiğim bu yüksek toplum bilincine dünya çapında örnek olan bir ülke var. Belki şaşıracaksınız ama ada olarak Kıbrıs dünya çapında nüfusuna oranla en fazla gönüllü ilik donörü (160.000) olan ülke konumundadır. Bu konuda ki başarımızı Kıbrıslıların (Kıbrıslı Türk ve Kıbrıslı Rum) yüksek toplumsal bilincine ve harcadıkları ortak emeğe borçluyuz.

 

Bu konu hakkındaki toplumsal bilincimiz her ne kadar yüksek olsa da, asla yeterli görülmemelidir. Ne yazık ki tecrübe ettiğim birkaç kişisel olay sonucu özellikle Kıbrıslı Türk gençlerin bu konu da yeterince duyarlı olmadığını da söylemeliyim… Günümüz için ütopik bir düşünce olabilir ama gelecekte bu hastalıkla mücadele için toplumun bir bütün hâlinde hareket ettiğini düşünün. Mesela, donör olabilme kriterleri dâhilinde olan tüm bireylerin sahip oldukları bilinç ve yaklaşım sayesinde kendi istekleriyle donör olduğunu ve bu durumda toplum olarak dünya çapında kurtaracağımız hayatları bir düşünün…

 

Eğer o güne ulaşırsak, bu yardımı yaparken amacımızın toplumsal veya bireysel bir vicdani tatminkârlık duygusundan ve algısal başarıdan arındırılarak gerçekleştirilmesi lazım. Böylece, yaptığımız yardımın odağı benliğimiz veya vicdani rahatlığımız değil, yardım edilen kişinin sağlık durumu olacağından yapılan yardım daha samimi olacaktır.

 

Söz gelimi, bunu iyi bir insan olalım diye değil başkaları iyi olsun diye yapmalıyız. Vicdani bile olsa, bir çıkar beklemeden yapabilmeliyiz. Belki de “hayat kurtarmayı” soyut bir vicdan meselesi olarak değil de, sahip olunması gereken bir bilinç olarak değerlendirmeliyiz.

 

Bu konu hakkında söz ettiğim “bilincin” toplum ve birey üzerinde yetkin olabilmesi için gereken farkındalığa erişmek şüphesiz istikrarlı bir eğitim ve biraz da zaman meselesidir.

 

Aslında, empati yolu ile bugün için pekâlâ ütopik olarak değerlendirebileceğimiz bu düşünceye dair yüzeysel lakin çarpıcı bir algı oluşturabiliriz.

 

Örneğin, donör olmakla ilgili dehşet verici düşünceleriniz varsa, uygun kişinin bulunması umuduyla bekleyen hastanın ve ailesinin yaşadığı dehşeti bir düşünün.

 

Donör olmak aklınızdan geçiyor ama bir türlü vakit bulamıyor musunuz? O zaman sizin günlük yaşantınız içinde yaratmadığınız o vakit kadar zamanı olmayan birilerinin olabileceğini düşünemiyorsunuz… Sahi, siz hiç ilik beklemek nasıl bir duygu düşündünüz mü?

 

Yoksa doktor fobiniz mi var? Hastaneden mi korkuyorsunuz? Peki ya sizi bekleyen o çocuğun karanlıktan korktuğu kadar korkuyor musunuz?

 

Vücudunuzun doğal olarak yenilenebilir bir parçasını, birilerinin yaşamak için muhtaç olabileceğini bildiğiniz hâlde vermek istemiyor musunuz? Peki ya, aynaya baktığınız zaman gördüğünüz bedensel materyalin hiçbir insanlık tanımına girmediğini biliyor musunuz?

 

Aslında bizim idrak edemediğimiz şey, farklı bir canlının hayatına edilen pozitif bir müdahalenin bir kahramanlık hikâyesi değil, bir insanlık hikâyesi olduğudur… Olması gereken olduğudur.

 

Öyle ki donör olmak bir kahramanlık değil, bir insanlıktır, ekstra bir vicdani rahatlık değil, çok zaman sonra ulaşılacak o yüksek ve ortak toplum bilincinde yapılması gereken eylemdir. Bir iyilik değil, bir insanlıktır…

 

Bu eylemi gerçekleştirebilmek için muhtaç olan şahsı tanımak zorunda mıyız? Amansızca yardım bekleyen o kadının annenizden ya da kızınızdan ne farkı var? Peki ya sizin çocuğunuzun gülümsemesi o küçük çocuğun gülümsemesinden daha mı güzel? Gerçekten, insan olabilmek için bu ön yargıların ve vicdani yargılamaların üstesinden gelmek zorunda mıyız?

 

İşte belki de bu yüzden böyle meseleleri vicdan mefhumunun tekeline bırakmamalıyız…

 

Peki, bu vicdan dediğimiz şeye bir gün hesap vermek zorunda kalırsak ve kendi vicdanımızın yargısında hüküm giyersek, o zaman ne yapacağız?

 

Belki de hesap vermeden önce bir şeyler yapmalıyız.

 

Belki de sadece açmalıyız gözlerimizi insanlığın bu gerçeğine, hem de öyle birazcık değil, zamanla da değil, sonuna kadar açmalıyız, apansızca… Yapmalıyız ki, toplumumuzun yarasını kapatabilelim, insanımızın acısına ortak olabilelim ve en önemlisi yardım edebilelim…

 

Belki de sadece gidip bir form doldurup tükürük örneği vermeliyiz…

 

Ve bilmeliyiz; insanın, insana çevirdiği sırtın, insanlığın en büyük insafsızlığı olduğunu…

 


 

Referanslar: 

https://kemalsaracoglu.org/

https://www.losev.org.tr/v6

https://www.mskcc.org/blog/msk-s-one-year-survival-rate-after-allogeneic-bone-marr ow-transplant-exceeds-expectations

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir