Yeryüzsüz

Dedim ya yüzsüz, yoksa siz bilmiyor musunuz?

Nasıl olur?

Yerin bu yüzünde yaşıyorsanız eğer mutlaka görmüşsünüzdür…

Aslında görmemişsinizdir…

Neyi mi?

Kendinizi elbette, görmemişsinizdir…

Ama kendi yok oluş hikâyenizi görmüşsünüzdür mutlaka….

 

***

 

Kimsiniz peki siz?

Ne önemi var ki, siz yoksunuz…

Bilmiyor musunuz?

Dedim ya, hiç görmediniz kendinizi…

Çünkü siz yoksunuz…

Ve var olmayan bir şeyi de pekâlâ göremezsiniz değil mi?

 

***

 

Hâlen daha tanıdık gelmedi mi size bu hikâye?

Yeryüzünün bir garip köşesinde geçer, bir kukla gösterisidir belki, ipleri anasının elinde, belki de sadece bir masaldır vaktiyle ve sonradan…

Sahiden okunmadı mı hiç kulağınıza ?

“Bir varmış, bir yokmuş” diye değil, “bir yokmuş, bir yokmuş” diye başlayan o hikâye…

 

***

 

Kamran Aziz’in “Kıbrıs” dizelerinde geçerdi, vaktiyle ve sonradan…

Dedim ya masaldır belki de, hani hep kulağımıza fısıldanan:

“Bir şeyleri değiştirmek için yerin bu yüzünde, aynaya bakmamız gerektiği anlatılan…”

Bakmadık mı o aynalara seneler boyu ?

Baktık da ne dedik?

“Bizden bir şey olmaz”,

“Bu memleketten bir şey olmaz”,

“Bu memlekette hiçbir şey olmaz…”

Dedik…

 

***

 

Yüzsüzdür üzerinde nefes aldığımız bu toprak,

Ne acılar yaşatmıştır bize…

Ne emekleri, ne değerleri sindirmiştir mesela…

Bilmiyorum toprak mı yüzsüz olan, yoksa onu yüzsüzlükle suçlayan mı…

Dedim ya, baktık aynalara, kendimizi düzeltelim diye,

Hatalarımızla yüzleşelim diye, baktık da ne gördük…

Sorulması gereken tüm soruları sorduk aynadaki surete,

Varlığımızı bile sorguladık da neden bir sonuca varamadık ?

 

Aynaya bakınca bir şey göremedik da ondan…

Sonsuza dek baksak da aynalara boş yazar,

Neden mi?

Aynaya bakınca kendimizi değil, başkalarının bizi nasıl gördüğünü görürüz de ondan…

Oysa, söylenmiştir bize seneler boyu, kendimizle yüzleşmemiz gerektiği.

Şimdi anladınız mı neden bir şey görmediğimizi?

Ve sonsuza dek baksak da neden bir şey göremeyeceğimizi?

 

***

 

Geçmiş aynanın karşısına soruyoruz orada ki surete:

Nerede hata yaptık?

Ne zaman son bulacak?

Ne yaparsak geçecek bunlar?

Onca nesildir ne bir cevap görüyoruz, ne de duyuyoruz…

Çünkü, gözsüz, dilsiz ve kulaksız bir suret duruyor karşımızda…

Ne sorduklarımızı duyuyor, ne isyanımızı görüyor…

Yüzsüz toprak…

Aslında o da haklı, olmayan bir şeyi nasıl görecek ki?

Dedim ya, biz yokuz…

 

***

 

Giden gidene, yerin bu yüzünden,

Hani derler ya arafta kalmış ruhlar için:

Bir beden arayışı içindedir onlar daima,

Hani soyuttur ya ruhlar, kimseler göremez onları…

O misaldir işte, yerin bu yüzünde ki insanlar…

 

***

 

Sordum ya, bu kimin hikâyesi diye,

Yeryüzünün arafında hapsolmuş bir toplumun…

Bilirsiniz mutlaka, hani derler ya hep:

“İyi bir iş teklifi aldı gitti, oradan bir cıvır buldu da gitti, ev, araba teklif ettiler da gitti…”

Yoksa sizde mi inanıyorsunuz bu dırbalara?

İnanmayın…

 

***

 

Bu topraktan azalan her bir ruh, kendi yokluğuna son vermeye,

Soyutluğuna bir varlık getirmeye gitmiştir…

Yıllarını verdiği üniversite diploması bir değer kazansın diye gitmiştir…

Yarınını bilmediği ömründe kendi benliğine harcadığı zamanın ve emeğin hatrına gitmiştir…

Yoksa hakkında, iş teklifine, fazla paraya, filana gitti denenlere Kuzey Kıbrıslı denmez,

Başka memleketli denir…

 

***

 

Öyledir bu toprağın ruhları.

Yerin bu yüzünde yaşamak bunu gerektirir da ondan…

Neden mi?

Çünkü, Kuzey Kıbrıslı demek:

Daha sevgilin bile yokken, yirmi sene sonra doğacak çocuğunun,

Hayatı, hakları ve geleceği için endişe etmektir da ondan…

 

***

 

Dedim ya endişe etmektir gelecek için…

Neden mi?

Çünkü, yüzsüzdür bu toprak…

Gençlerimizi çeker karanlığına, ışıksız ve bariyersiz her bir yol kenarında…

Acımasızdır bu toprak da ondan…

Çamuruna çeker bizi, nefessiz kılar bağrında…

Her mahalle köşesinde Surlariçi’nin, bir nefes ile çeker…

Afrika’nın bilmem neresinden gelmiş çocuğun yurt odasında çeker bizi karanlığına…

Bu yüzsüz toprak…

Bir inşaatın bilmem kaçıncı katından çeker bizi, yeryüzüne…

 

***

 

Öyledir ya…

Yapmışızdır bir hata, ihlal etmişizdir kanunu, işlemişizdir bir suç,

Çıkmışızdır “mülkün temeli” tabelasının karşısına,

Düşmüşüzdür sonra sanayi bölgesinin ardına…

Atarlar bizi demirlerin arkasına, duymadığımız tüm suçları öğrenelim diye…

Dedim ya çeker bizi karanlığına, hemde bir girdap misali…

Henüz on altı yaşında bilmem kaç gramla enselenmişizdir…

Sokaklarımızı süpürmekten aciz “mülk” bizi pekala temizlemiştir oysa…

 

***

 

Oysa bizi korumak için vardır o tabela…

Üniforması da vardır “mülkün” pekâlâ…

Ama işte gel gör ki,

Bir karakolun bilmem hangi hücresinde başbaşayızdır bir pantolon bağıyla…

Sadece ruhların arafı değildir mesela bu toprak,

Üzerinde soluyan tüm canlıların da arafıdır aynı zamanda…

Yeryüzünün arafı güzel yurdumda,

Bazen de kulakları kesilen bir eşşeğizdir mesela…

Mevsimsiz vurulan bir kuş veya basılan bir tavşanızdır…

150 kilometre hızla çarpılan bir köpeğizdir mesela,

Bizi engelleyecek bir tel örgü yoktur diye pekâlâ….

Birkaç yüz metre sonra da, sakız misali asfaltın bir parçası olana kadar ezilip elenen bir kediyizdir mesela…

Sokaklarında bu yeryüzünün, yalnızlığa terk edilmiş, vaktiyle bilmem kaç milyar ödenmiş, bilmem hangi memleketten getirilmiş bir köpeğizdir aynı zamanda…

 

***

 

Bazen de bir meclis binası olursunuz bu toprakta,

Varlığınızı en çok savunanlar tarafından işgal edilirsiniz arada sırada…

Yargıç olursunuz bazen de, kıdemli,

Adaletin gereğini yaparsınız,

Sahip çıkarsınız basın ve ifade özgürlüğüne,

Çünkü ruh değil, insan olarak muamele edersiniz bu topraktakilere.

Ceza verirsiniz taşra da kalmışlara,

Düşünceye taş atanlara…

Sonra bir bakarsınız, yargısı, hükmü, sizden kuvvetli birileri varmış.

Dedim ya kukla gösterisi,

Bir parmak hareketiyle oynatılmıştır yine kukla…

Bir bakarsınız bozulmuştur verdiğiniz karar…

Öyle ya, yetmez, üzerine birde tehdit edilirsiniz,

Yargıcı olduğunuz mülkün, sözde en büyük savunucuları tarafından…

 

***

 

Yerkürenin arafı ve içinde kısılmış ruhların hikâyesidir bu.

Oysa ne şarkılar söylenmişti bu yeryüzü için…

Duymamış olamazsınız o güzel şarkıyı:

Kıbrıs bir ada mıdır, cennetten parça mıdır…“

Diye başlayan…

Soruyorum size bu yeryüzünün ruhları,

Sizce de hâlen daha öyle mi?

Bilirsiniz, devam ederdi sonra o güzel şarkı,

Kıbrıs’ı ben bırakamam, gurbette yaşayamam…

Yerin bu yüzünde,

Kamran Aziz’in “Kıbrıs” dizelerinden ne kaldı geriye biliyor musunuz?

 

“ Ah Kıbrısım, Kıbrısım ”

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir