Cem Yılmaz’ın Fundamentals adlı gösterisinde, müdavim müşterinin bir iskender kebap lokantasından beklediği muameleyi özetleyen şu diyalog geçer:
– “Ne vereceksiniz bana?”
– “İskender.”
– “Bize de mi iskender?”
Bu cümle aslında bugün Türkiye’de yaşananları çok güzel özetlemektedir. Türkiye Cumhuriyeti devletinin başı Recep Tayyip Erdoğan, kendisine sunulan menüyü beğenmemiş ve Türkiye demokrasisine âdeta “Bize de mi iskender?” diyerek, rest çekercesine Yüksek Seçim Kurulunu (YSK) baskı altına alıp, Kurul’un verdiği gayet tartışmalı bir karar ile İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) Başkanlığı için yapılmış seçiminin iptal edilmesini -doğrudan olmasa da- sağlamıştır.
Türkiye Cumhuriyeti’nin demokrasi tarihi aslında hiç de parlak değildir. Kurulduğu yıldan 1946 yılına dek tek parti rejimi ile yönetilen Türkiye, 1950-60 arasında ise Demokrat Partinin giderek artan otoriter rejimini ve ardından da 27 Mayıs 1960 Askerî Darbesi’ni yaşamıştır. Bundan sonraki 10 yıl boyunca “sakat” bir demokratik süreçten geçen Türkiye, 12 Mart 1971 Askerî Muhtırası ile tekrardan demokrasisinin yere düşmesini izlemiştir. 1971-80 arasında giderek kutuplaşan ve sokakta sağ-sol grupların hâkimiyet kavgası verdiği Türkiye, demokrasisini, türbülansa girmiş bir uçak gibi zora sokmuş, 12 Eylül 1980 Askerî Darbesi ile de uçak düşmüş, demokrasi yok olmuştur.
Görüldüğü gibi 39 yıl öncesinde Türkiye’nin demokrasi karnesi zayıflarla doluydu. 1983’ten sonraki dönemde ise ordunun gücünü koruduğu, neo-liberal ekonomik politikaların uygulandığı bir tür “kusurlu demokrasi” dönemiydi…Ta ki 1997’ye dek. Refah Partisinin İslamcı çizgisini beğenmeyen ordu, 28 Şubat 1997 muhtırası ile hükûmeti devirmiş ve Türk demokrasisine yine “bye-bye” demişti. 1997-2002 arası dönemde büyük bir ekonomik kriz geçirilmesine rağmen demokrasi ve Avrupa Birliği’ne üyelik yönünde görece pozitif adımlar atılmıştı. 2002’de kriz dönemi ülkeyi yöneten partilere tepki olarak iktidara gelen Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) 2007 yılına dek reformcu-AB yanlısı-muhafazakâr demokrat tutumunu görece göstermiş ve demokrasinin artık ilerlediği izlenimi vermişti. 27 Nisan 2007’de Türk Silahlı Kuvvetlerinin, AKP’nin muhafazakâr görüntüsüne karşı, “laikliğin savunucusu” olduğunu belirttiği basın açıklaması ise, darbe korkusunu tekrardan gün yüzüne çıkarmıştı.
2007-2013 yılları arasında ise giderek otoriter bir hâl alan Tayyip Erdoğan yönetimi, 2013 yılındaki Gezi Parkı Protestoları ve 17-25 Aralık Yolsuzluk Soruşturmaları sonrasında otokrat bir rejimin sinyallerini vermiştir. 2017 yılındaki başkanlık rejimi referandumundan ve bugün seçimlerin iptalini gördüğümüz bu noktadan sonra Türkiye’nin demokratik bir rejim ile idare edildiğini iddia etmek, en basit tabir ile gülünç olur. Bütün tarihsel dönem ele alındığında Türkiye’nin gerçekten demokrasi olduğu bir dönem neredeyse hiç olmamıştır.
Bu kısa tarihsel yolcuğun ardından yaşanan seçim iptaline gelirsek, birkaç sıkıntı görmemiz mümkündür. Öncelikle İstanbul’daki yerel seçimlerde seçmenler, dört adet pusulaya mühür basıp, pusulaları aynı zarfa koyarak oylarını kullanmışlardır. Bu pusulalar belediye başkanlığı, belediye meclis üyeliği, ilçe belediye başkanlığı ve muhtarlık seçimlerini kapsamaktaydı. Bu zarfların ve pusulaların sayımı ve kontrolünü sandık kurulu ve kurul üyesi memur yapmaktaydı. YSK’nin kararı bu sandık kurulu üyelerine yönelikti. Seçimde yer alan bu üyelerin bir kısmının “kamu görevlileri olmaması” nedeniyle, YSK seçimin iptaline karar verdi.
Şimdi seçim iptali dendiği zaman kafanızda ne canlandı? O dört pusulanın temsil ettiği tüm seçimlerin iptal edilmesi değil mi? Ancak hayır, Türk demokrasisinde işler öyle işlemez! Sadece büyükşehir belediye başkanlığı seçimi iptal edildi, geri kalan üç seçim için “usulsüzlük” olduğu düşünülmedi. Ne harika değil mi? Aynı sandık kurulu üyeleri, 24 Haziran 2018 tarihindeki milletvekilliği ve cumhurbaşkanlığı seçiminde de görev almıştı. Şimdi onlar da mı iptal olacak? Çok safsınız! Türk demokrasisinde olur mu hiç öyle şey? Hele hele Tayyip Erdoğan’ın demokrasisinde hiç olmaz öyle şey!
Peki bundan sonra seçimi AKP kazanırsa ne olacak? Her şey mükemmel olacak tabii ki. İstanbul 25 yıldır kendisini yöneten CHP zihniyetinden kurtulacak ve ekonomi arşa fırlayacak, biz de gül gibi yaşayacağız Kıbrıslı Türkler olarak. Yerseniz tabii. Eğer bu seçimi AKP kazanırsa, Türkiye’ye olan ekonomik güven derin biçimde sarsılacak, döviz muhtemelen kanguru gibi -ancak sadece yukarıya doğru olacak şekilde- zıplayacak ve biz de Kıbrıs’ta bunun sıkıntısını çekeceğiz. Türkiye’de demokrasiyi paçasından kavramış olan otokrasinin yıkılması yönündeki umut da derin bir yara alacak. Ancak bu seçimi hakkıyla kazanan Ekrem İmamoğlu tekrar galip gelirse, o zaman pozitif yönde değişiklikler öngörebilir ve biraz olsun umutlanabiliriz.
Demokrasi, çoğunluğun azınlığa diktatörlüğü olmadığı gibi çıkan sonucun kabullenildiği bir sistemdir. Çoğulculuk esas alınır, azınlığın da hakkını eşit biçimde duyurması sağlanır. Demokrasi, halkın yönetim üzerindeki egemenliğidir. En önemlisi de demokrasi yenilgiyi kabullenebilmektir. Size karşı gelen bir fikrin geniş kitlelerce benimsendiğini görebilmek ve bu gerçekle yolunuza devam edebilmek demokrasinin temelidir.
Sonuç olarak Tayyip Erdoğan ve baskı altına aldığı YSK, zaten neredeyse hiç yaşamamış Türk demokrasisine sert bir darbe vurmuştur. Erdoğan, halkın kendi iradesine, yani meydanlarda ağzından düşürmediği “millî irade”ye karşı çıkmış ve âdeta “Bu oyunu herkes oynar ancak ben kazanırım, kazandırtırım.” mesajı vermeye çalışmıştır. Demokrasinin temel taşı olan yenilgiyi kabullenmek, Erdoğan tarafından bir hiç olarak görülmüştür. Şüphesizdir ki, yıllar öncesinin Erdoğan’ı ile bugünkü Erdoğan demokrasi konusunda hemfikir görüştedir: “Demokrasi amaç değil, araçtır.”
Fotoğraf için tıklayınız.