“Lefkoşa’mıza nasıl daha fazla turist çekeriz?” sorusuna cevap arayacağım ve gençler olarak hayata geçirebileceğimiz bir inisiyatifle sonlandıracağım yazı dizime hoş geldiniz.
Lefkoşa’da Surlariçi’nin turistler için daha cazip, turistleri daha fazla harcama yapmaya yönlendiren bir yapıya kavuşması için nelerin yapılabileceği çok konuşuldu, üzerine çok daha fazla da konuşulabilir.
Surların dışının daha cazip hâle getirilmesi çoğu insanın göz ardı ettiği veya olası bulmadığı, daha az konuşulan bir konu. Bu konuda bazı fikirlerimi daha önce gündeme getirmiştim.
Bu yazıda odaklanacağım ise, Lefkoşa’nın kuzeyine bugün gelen bir turiste hâlihazırda sunabileceklerimiz.
Ufak bir not: Turizmin Lefkoşa’nın kuzeyi ve güneyi arasında sadece tek bir kazananı olan bir oyun (zero-sum game) olduğunu da asla düşünmemekteyim. Hâl böyleyken kuzeye odaklanmam asla Kıbrıs sorunuyla ilgili bir çağrı olarak görülmemelidir, gerekçelerim ise bambaşka bir yazının konusu.
Başlayalım.
Ötesi berisi dökülen, sokaklarında korsan mallar satılan, yolları çukurlarla dolu bu şehre birisi neden gelsin?
Geleneksel olarak pazarlamaya çalıştıklarımız tarihî eserlerden ibarettir. Selimiye Camii, Bedesten, Büyük Han, Lefkoşa surları, Girne Kapısı gibi eserlerimizi olabilecek en akademik (!) yaklaşımla anlatmak hem kültür turizmine meraklı belli bir kesimi çekmekte hem de gençlere son derece sıkıcı bir imaj vermektedir.
Hâlbuki durum hiç de öyle değildir. En azından maceracı bir batılı genç için Lefkoşa’nın kuzeyi gayet ilginç bir yer olabilir.
Selimiye Camii’nin dahi Gotik bir cami (?!) olduğunu, biz alıştığımızdan mıdır nedir, yeterince vurguladığımızı düşünmüyorum. Dünyanın başka hiçbir yerinde görülemeyecek bu tuhaflığı “SİZ HİÇ GOTİK CAMİ GÖRDÜNÜZ MÜ?” diye büyük ve kalın harflerle yazmamız gerekiyorken âdeta bir detaya indirgiyoruz.
Ama bunu da geçelim, eğri oturup doğru konuşalım, maceracı gencimiz için önemli bir çekim noktasına gelelim: Burası tanınmamış bir devletin başkenti, Avrupa’daki son bölünmüş başkent!
Statüko acıtır, statüko gelişimimizi engeller, statükoyla mücadele gerekir. Ama bazen de statüko yabancı bir gence son derece ilginç gelebilir.
Eğer ki bu lensten yaklaşır, buralı bir gencin dilinden yabancı gençlere hitap edebilirseniz, içinde bulunduğumuz durumu da aslında bu albeninin bir parçası olarak doğal bir paket hâline getirebilirsiniz.
Kendimizle barışmak çok önemli, ama itirazları duyar gibiyim.
Kendimize dair vizyonumuz çok önemli, kendimize dair vizyonumuz da elbette ki statükoyu kabullenmiş, bakımsızlıkta çürüyen bir toplum olarak olmamalıdır.
Ancak kendimize dair vizyonumuzla sattığımız imaj uyuşmalıdır. Bu imaj ise hâlihazırda Surlariçi’nde büyüyen bir sahip çıkma hareketiyle vücut bulmaktadır: İçinde bulunduğu bir garip duruma, her türlü zorluğa rağmen var olmakta, yaratmakta direnen, içinde bulunduğu tuhaflığı kendine münhasır mizah anlayışıyla iyice sindirip âdeta yoldaki çatlaklardan fışkıran çiçekler gibi arkasında bulunduğu perdeden “eşkeren” bir halk.
Mükemmel değiliz, yabancılara karşı mükemmelmiş gibi davranmaya çalışırsak kendimize güldürürüz. Ancak kusurlarımızı sahiplenir, mücadelemizi gösterirsek, tüm bakımsızlıklara rağmen derin bir saygı uyandırırız.
Mesela, dünyanın başka neresinde 45 yıldır terk edilmiş bulunan askerî bir ara bölgeye 500 yıllık surların tepesinden bakarak cin greyfurtunuzu yudumlayabilirsiniz?
Bu gerçeklikle mücadele etmek boynumuzun borcu olabilir. Ancak Kıbrıslı Türk gençlerin Raw Pub veya Zahra 11’e gitmemesi gerektiğini düşünmüyorsanız, bu bizi bunu yapmaktan ve yapmakta bir beis görmediğimiz bu tecrübeyi pazarlamaktan alıkoymaz.
Cin greyfurt demişken, narenciye diyarı ülkemizin “cin greyfurt” ve “cin soda limon suyu” türü kendine münhasır popüler kokteyllerini neden kendimize saklayalım?
Bu noktada OO’s Brewing Co’nun ürettiği son derece başarılı yerel biralarımızdan da söz etmesek olmaz.
Onu geçelim, sayıları son derece çoğalan meyhanelerimizin bir turist için ne kadar cezbedici olduğunun farkında mıyız? Yürüyüş, Velespeed veya taksiyle turistlerin kolayca ulaşabilecekleri ve avro kazanan bir bünye için son derece ucuz olan meyhanelere ne zaman hak ettikleri önemi vereceğiz?
Yeme içmeye bir girdik, zaten çıkamayız…
Tatlılara olsun bakalım.
Birtakım işletmelerin kapısında yazan “EKMEK KADAYIFI BULUNUR” yazısını Lokmacı Kapısı’ndan girişe assak bu tatlımızın ancak hakkını vermiş oluruz.
Lefkoşa’nın simge tatlısı olan sulu muhallebi, hâlen geleneksel olduğu üzere sokak köşelerinde satılıyor mesela. Bu sade güzelliği ne zaman teşvik edip ön plana çıkaracağız?
Meyhanelerde boy gösteren “gırbaç” isimli kendine münhasır tatlımız ve bu tatlı da dâhil olmak üzere babutsadan incire, pekmezden helvaya geleneklerimizi taşıyan dondurmacılarımız?
Çeklerin meşhur trdelnik‘ine benzettiğimiz Leymosun tatlımız?
Bandabuliya’nın köşesinde, kafe menülerinin diplerinde durmaktan çok daha iyisine layıklar.
Kafe menüleri demişken, Surlariçi’nde genelde genç girişimcilerce açılan son derece başarılı işletmelerin, Imagine’in alternatif sahnelerinden 1984 Bar’daki rock konserlerine müzik yaşantımızın, Yuka Blend Festivali etrafında filizlenen, grafitilerle çiçeklenen, Uray Sokak’tan yayılan sokak ruhunu da serebilmeliyiz turistlerin elindeki haritalara…
“Sandüviççi”lerimiz de var mesela… Hâlen o eski samimiyetle, efsanevi “bikla”yla servis yapan… Brüksel’de Tonton Garby isimli bir sandviççidir ilk aklıma gelen gastronomik anım.
Vejetaryen bidda badadezimiz vardır, İngiltere’de tüm veganlar çılgını olsa da orada yediğimden çok daha güzel felafelimiz vardır…
“Burger City” isimli anomalimiz vardır ki bugüne dek anlattığımda ilgisini çekmeyen yabancı arkadaşım yoktur…
Burger demişken hellimli burgerlerimiz, sınır boyu yürüyüş ve hâlen yasemin kokan Köşklüçiftlik sokaklarının huzurlu evleri arasından geçilerek ulaşılan Dereboyu’nun burger dükkânları ve sadeliğiyle not düşülmeyi hak eden Café de Bakkal vardır…
Köşklüçiftlik demişken hâlen verandalarında, iskemlelerinde oturan, bizler gibi insanlar vardır.
Ve şehrimizin çeşitliliğini unutmamalıyız. Tüm çehreleriyle Lefkoşa’nın değişik bir tecrübe olarak sunulabileceğini, künefe mekânlarından Gaziantepliler lokaline mekânların dikkat çeken bir kültürel çeşitlilik sunduğunu göz ardı etmemeliyiz.
Brüksel’e dair en fazla hatırımda kalan nokta, kraliyet sarayından ziyade yer yer oldukça izbeleşen, Afrika kökenli göçmenlerin yoğunlaştığı mahalleyle şehrin en “kötü” olduğu söylenen mahallesinde gördüğüm insan manzaraları ve bunları benden esirgemeyen sokak haritasıydı.
En önemli cazibe noktamızı unutmayalım.
Lefkoşa’nın kuzeyi güneyine göre çooook ucuz!
Bunu da hedef kitlenin gözüne sokmaktan utanmayalım!
Peki siz ne düşünürsünüz?
Kapak fotoğrafı için tıklayınız.