Gölgedeki, serin kuma ayaklarımı gömdüm…
Ve uçsuz bucaksız olan denize baktım.
Sonsuzluk, ufuk noktası, bilinmezlik, huzur, huzursuzluk, mutluluk, mutsuzluğumuz, delilik, özgürlük hepsi bir arada denizde bağlanıyor sanki.
Kendimi en canlı, özgür ve mutlu hissettiğim yer her zaman deniz kenarı olmuştur.
Ruhumu denize emanet etmiş ve kendimi orada hep güvende hissetmişimdir; dalgalar ne kadar büyük olsa da ruhum hep denizde sakinleşmiştir.
Denizin bir diğer yanı da hiçlik hissettirişi. Kocaman dünyadaki hiçliğimizi, yalnızlığımızı. Tam da şu an hissettiğim gibi yapayalnız. Olsun, alışkınım yalnızlığa, severim kendisini biraz. O kadar alışkınım ki kendisine, beynimden bir ses insan içine karışma burası çok güzel, çok sevdik burayı diyor. Hiçliği. Sonuçta hiçten geldik ve hiç olarak gideceğiz.
Hiçbir şey olmayan bir yerde neden kalınır? Neden kalmak istenir ki? Sırf o hiçliğin verdiği huzurdan, hissettirdiği güvenden mi? Peki buraya ait miyim? Kumların içine gömülen ayaklarıma eninde sonunda kramp girecek sonuçta. Ayrıca yalnızlıktan kendi karnımla konuşmaya başlamam an meselesi. İnsan bir yere ait değilse eninde sonunda orasını terk etmeli.
“Ve bazen en alışkın olduğumuz ve en güvende olduğumuzu hissettiğimiz yer aslında bize en az ait olan yerdir.”
-Elif Şafak
İngilizce’de “comfort zone” yani “rahat bölge” diye çevirebileceğimiz bir alışkanlık, güvenli hissettiğimiz bir yer mevcut. Mesela evimiz, odamız, ülkemiz ya da her gün gittiğimiz kafe veya monotonlaşan işimiz. Yani risk almadan yaşamış olduğumuz alan. Bize ait yerlermiş gibi görünse de kendi potansiyelimizi keşfetmediğimiz, keşfedemediğimiz ve ileriye taşıyamadığımız sınırlar aslında “rahat bölge”lerimiz.
Hiç denememe üzüntüsü oluyor insanda rahat bölgesinden çıkmayınca. Risk almıyor, utanmıyor, deneyimlemiyor, öğrenmiyor ve en önemlisi kendisiyle tanışmıyor. Kum ne kadar serin olsa da deniz ne kadar ufkumu açıp içimi huzurlu hissettirse de ve ruhum denize aitmiş gibi bir his olsa da esasen ruhum bir bukalemun. Hep değişik, hep ilginç, hiç durgun değil; geniş ufuklu ve denizden esinlenmiş bir şekilde fazlasıyla sallanmakta. Aslında benim ruhum hep bir hengâmede.
“Asıl karmaşıklık, karmaşıklığın bittiği yerde başlar.”
Bir boşluk yaratır karmaşıklığın bitişi ve kafası kopmuş tavuklar gibi deli deli ortalıkta geziniriz o zaman. Hengâmede olmak iyidir.
Şu hayatta genellikle planlı bir şekilde savrulup kargaşaya katılsam da şunu öğrendim ki; sadece sıradanlık kendinden emindir, bu yüzden risk alıp kargaşaya katılmalıyım. Tam da bu sebeplerle ülkemden ayrıldım, ayrılıyorum her seferinde. Ne zaman ki buradan çıkan yolların olduğunu gördüm, daha büyük daha hengâmeli yaşamlar olabileceğini anladım, işte o zaman kafama koydum durmak yok diye. Zincirler bedenimde değil, hiçbirimizin bedeninde değil, ya da bulunduğumuz ülke, yer veya mekân bizim hapishanemiz değil; bizim hapishanemiz beynimizin içi ve bize zincirleri de mantığımız ile beynimiz takıyor. Bizi rahatlığa, konfora ve risk almamaya iten “güvende olalım da bize bir şey dokunmasın, canımız da yanmasın” diyen beynimizin ta kendisi.
Kaybolmak nedir bilirim. Fizikî bir şekilde kaybolmaktan bahsetmiyorum, kafamızdaki hapishanede kaybolmaktan bahsediyorum. Ama o da hayatın bir yolu. Ne yapacağımızı, hangi yöne gideceğimizi bilmemek korkutucudur, inciticidir ama yaşanmalıdır. Aynı Anka kuşu misali, kaybolduktan sonra elbette ki yolumuzu bulup küllerimizden doğacağız. Yeniden küllerimizden kendimizi yaratacağız. Sonuçta hiçbir şey yapmamak da en az işlemek ve çalışmak kadar bizi bunaltabiliyor.
Bu düşüncelerle ayağımı içine gömmüş olduğum kumdan çıkardım. Sanırım kafamdaki bir sürü şeye rağmen kargaşaya katılmaya hazırım. Kendimden saçıp kuma ve denizin tuzuna serpiştirmiş olduğum düşüncelerimi toparlayıp yola koyulma vaktidir. Toparlamak derken bir düzene koymak diye anlaşılmasın, sırt çantama dolduruyorum dağınık düşüncelerimi sadece; taşıması kolay olsun diye.
Fotoğraf için tıklayınız.