19 ve 21 Eylül akşamları Mağusa’da ilk gösterimlerini yapan Arap Ali Destanı operasını iki gece de salondan izledim. İlk yerli operamız çoğumuzun “Mağusa Limanı” türküsünden bildiği Arap Ali lakaplı Mağusalı bir Kıbrıslı Türk’ün İngiliz askerleri ile girdiği bir kavgada yedi süngü darbesiyle öldürülmesini konu alıyor. Ancak bunu ele alırken sadece o trajik olayı değil, Arap Ali’nin yaşamının diğer yönlerini ve Mağusa’da o dönemki yaşantıyı da bizlere betimliyor. Bu yazıda sizlere hem bu eserin hem de eserin sahnelenişinin kültürel-siyasi incelemesini sunma amacındayım. Kendimde eserin müzikal ve estetik içeriğini inceleme yetkinliği görmemekteyim. O yüzden kulağı bu müzik türüne aşina olan biri olarak müzikal olarak operayı çok beğendiğimi söylemekle yetineceğim. Dinleyiciler bilinen halk ezgilerinden esinlenmiş motifler ve diğer tınılarla gözleri tamamen kapalı olsa bile iki saat orada seve seve oturabilirlerdi. Stüdyo ortamında yapılacak bir kayıt eminim bu eseri daha geniş kitleler arasında popüler yapacaktır. Özellikle düğün sahnesi ve en sondaki ağıtlar pek tutacaktır.
Ancak operalar sadece müzik olarak ele alınamaz. Operalarda orkestra iki sahnenin ortasına kurulur; biri herkesin izlemek için o akşam evlerinden geldiği asıl eserin sahnesi, diğeri de seyirciler arasında ama onların önünde oturan ve bu eseri fonlayıp mümkün kılan çeşitli “büyük adamların” sahnesidir. Operalar iki sahne birden incelenirse bütünlüklü anlaşılır. İki sahne arasındaki ilişkiyi anlamak için bu yazıda hem Arap Ali Destanı operasının hikâyesinin içeriğini hem de opera sanatının evrensel biçiminin yerel uyarlanışını inceleyeceğim. Savım, 19 ve 21 Eylül geceleri (ama özellikle ilk sahnelemenin gerçekleştiği 19 Eylül gecesi) ülkemizde nadir görülen bir olayın gerçekleştiğidir: Bu iki gecede Kıbrıslı Türkler belki de ilk kez üzerlerine tartışıp-ayrışamayacakları ve ayrım yapılmadan parçası olabilecekleri bir ulusluk-devletlilik rüyasını gördüler.
Operanın hikâyesi: Sömürgecilik karşıtı bir başkaldırı destanı[1]
Operanın metni Arap Ali’yi arkadaşları ve Mağusalılar arasında kişisel karizması ve insan severliğinden dolayı öncü konumunda, ancak kolayca galeyana gelebilen ve meyhaneye kendisi ve ailesine zarar verebilecek derecede düşkün bir Kıbrıs Türk genci olarak betimliyor. Operanın ilk sahnesi Arap Ali’nin liman işçisi arkadaşlarını hakkaniyet bilmeyen ve sömürge iş birlikçisi patronları Kaptan Ağa’ya karşı savunurken (Kaptan Ağa’yı kelimenin tam anlamıyla döverken) hapse atılmasıyla son bulur. Ancak eserin asıl kötü karakteri Kaptan Ağa değil, onun yalakalık yapmaktan çekinmediği ve o dönemde Kıbrıs’ı keyiflerine göre idare ettikleri ima edilen İngilizlerdir. Bunu Arap Ali’nin hapisten çıktıktan sonra yüzü seyircilere dönük şekilde söylediği ve bir rüya akışı şeklinde sahnelenen, Arap Ali’nin insanlıktan dem vurarak zorbalıktan şikâyet ettiği “Kimisi Aş Derdinde” şarkısında görüyoruz. Opera boyunca İngiliz zabitlerini sokaklarda devriye gezerken, meyhanede Arap Ali ve arkadaşlarının keyfini bozarken ve Kaptan Ağa ile muhabbet ederken görebiliyoruz. “Khaki” üniformalı bu zabitler komutanları dışında karakter derinliğinden yoksun zorba bir kalabalık hâlinde sahnededirler.[2] Operanın ana kötü karakteri yerli iş birlikçi Kaptan Ağa değil onun yalakalık yaptığı İngiliz zabit komutanıdır.
Arap Ali’nin arkadaşları, liman işçileri ve meyhaneci muhtar da benzer şekilde fazla derinliğe sahip olmayan, rolleri çeşitli çatışmaların çözümlenmesinde aracı olmak olan ve geniş anlamda Kıbrıs Türklerinin sözde karakteristiklerini temsil eden kalabalıklar şeklinde görmekteyiz. Bir sahnede Arap Ali’nin arkadaşları ve liman işçilerini sömürgeciliğe karşı koro hâlinde “Mağusalılıklarını” ve “emekçiliklerini”, diğer bir sahnede ise zorbalığa karşı “adalılıklarını” ve “insaniyetlerini” ilan ederken izliyoruz. Özellikle “Bu topraklar bizim / Elbette laf ettirmeyiz! / Kıbrıslı derler bize, / Biz kötülük bilmeyiz” satırları bu hislerin haykırışıdır. Operanın ana karakterinin ve işlenen olayın tamamen Arap Ali ile ilgili olduğu göz önünde bulundurulunca bu karakterlerin derinlikli şekilde ele alınmaması doğaldır. Zaten opera sözlerin şarkı şeklinde söylenmesinden dolayı genel olarak karakter derinliği yaratılmasını kolaylaştıran bir biçim değildir.
Yukarıda incelenen ve tümü erkek olan karakterler dışında metinde üç ana kadın karakter vardır. Bunlar Ali’nin annesi, kız kardeşi ve de meyhaneden uzak durması ümidiyle ve bu ikisinin cesaretlendirmesiyle evlendiği karısıdır. Metnin kadın karakterlerinin tüm niyet, şikâyet ve korkuları Arap Ali ile ilgilidir. Anne karakteri Hatice Ana ile Arap Ali’nin ilk hapse girdiği olay sonrasında feryatlar içinde liman işçilerine Ali’yi sorarken tanıştırılıyoruz. Kız kardeşi Seniha ise Ali’nin kavgacılığının ve meyhane düşkünlüğünün onu evlendirerek çözülebileceği fikrini Hatice Ana’nın aklına sokarken tanıyoruz. Bu karar alındıktan sonra Arap Ali zaten daha önceden görüp beğendiği Sahavet’le evleniyor.*
Ancak 2. perde başlar başlamaz Hatice Ana ve kız kardeş Seniha’nın umutlarının boşa çıktığını görüyoruz. Çocukları olmasına rağmen Arap Ali Muhtar’ın meyhanesinde sabahlamakta, evde karısı Sahavet’i çocukları ile bırakmaktadır. Arap Ali’nin varacağı nokta zaten ilk baştan seyirciler tarafından bilinmektedir. Meyhanede İngiliz zabitlerinin sataşmalarından galeyana gelen Arap Ali bir gece onları tek tek döver. Bu olaydan sonraki bir akşam Arap Ali tüm arkadaşları ayrıldıktan sonra ve onların artık evine gitmesine yönelik tavsiyelerine rağmen meyhanede kalır. Muhtar meyhaneyi kapatmak üzeredir ancak İngiliz zabitleri bu sefer süngüleri kurulu silahları ile meyhaneyi basarlar. Önce muhtarı bu vakte kadar meyhaneyi açık tuttuğu için azarlarlar. Ancak amacın geç saatlerde alkol alınmasını önlemek olmadığı bellidir. Arap Ali alkolün tesiri altında İngiliz zabitlerinin üzerine yürür ancak sayıca üstün ve süngülü askerlerle başa çıkamaz. Toplamda yedi süngü darbesiyle öldürülür ve askerler tarafından arabaya bağlanarak bilinmeyen bir yere götürülür. Öldürüldüğünün haberi hızlıca yayılır ve sahnenin ortasında kalan kanlı kuşağının etrafında hatırasına tüm karakterlerce ağıtlar yakılır ve opera sonlanır.[3]
Hikâyenin yapısı bakımından Arap Ali Destanı operası klasik bir “ulusluk” anlatısı örneğidir. Ana karakter iyisiyle kötüsüyle bir halkın tüm yönlerinin toplamını temsil ederken, kötü karakterler tabiatlarından kaynaklanan zulmü ona reva görürler. Ana karakter sömürgeciler ve yerli iş birlikçilere karşı sıradan halk kitlelerinin adamıdır ve haksız ancak destansı yenilgisinde bir halkın yeniden doğuşunun vaadini barındırır. Halk kitleleri saf ve temiz yüreklidir. Kadınlar vahim durumumuza hepimiz adına yas tutanlar ve acı çekenler konumundadır. Bu hikâye yapısı ilk millî opera olarak tasarlanan Arap Ali Destanı için idealdir çünkü herkesçe bilinen ve herkesin özdeşleşebileceği bir temayı izleyiciler arasında iç ayrılıklar ve farklı yorumlara mahal vermeyecek şekilde geri yansıtmaktadır. İzleyiciler ister ait oldukları şehir üzerinden, isterlerse emekçi halk kitlelerine taraf oluşlarından, isterlerse de sömürgeciliğe karşı dik duruşundan dolayı Arap Ali ile kendilerini özdeşleştirebilirler.[4] Bu yüzdendir ki bu hikâye hem solculara hem de sağcılara, hem “federalistlere” hem de “milliyetçilere” hitap edebilme ihtimalini taşır. Yakın tarihimizin çeşitli olaylarında mümkün olmayan ulusal mutabakat (ki bu çoğumuzun bildiği 1963-1974 arasında yaşanan olaylar için bile çoğunlukla geçerlidir) daha eski ancak artık dert etmediğimiz bir düşmana karşı ve destanlaştırılmış bir olay üzerinden mümkün kılınmıştır.[5] Bu açıdan Arap Ali Destanı gerçekten de ilk ulusal operamız olma konusunda iddialıdır, çünkü pratik siyasette olmayan ulusal mutabakatı opera biçimi sayesinden sahnede ve sahne ötesinde mümkün kılmıştır. Gelen ilk tepkilerin tümü tamamen bunu doğrular niteliktedir. [6][7][8] İlk ulusal opera olma iddiasını taşıyan bir eserin ulusallığını test etmenin ana kıstası BM Genel Kuruluna aynı yerden farklı uçaklarda uçan elitleri bir araya getirebilmedeki becerisidir.
Opera: Devletlilerin ve devlet arayanların sanat biçimi
Kıbrıslı Türklerin 19 Eylül 2019 akşamı tattıkları ulusluk rüyasının ilk örnekleri 1800’lerde aranabilir. Opera biçiminin kökeni 1600’lerin Avrupa saraylarına dayandırılabilse bile opera sanatının hem estetik hem de popülerlik açısından zirveye ulaştığı dönem 19. asırdır. Mozart’ın 1786’da prömiyerini yaptığı Figaro’nun Düğünü operası ile başlattığı sıradan insanların opera sahnesine taşınabileceği fikri, 1800’lerde ulusalcılığın Avrupa’nın sayıca daha az kalabalık milletlerinin arasında yayılmasıyla yeni bir anlam kazanır. Beethoven ile başlayarak Avrupalı çok sesli müzik bestecileri aynı dönemlerde aristokrasinin finansal boyunduruğundan kurtulup sanatsal çalışmaları için orta sınıflarda ve kurumsallaşmış müzik yayımcılarında kaynak aramaya başlar.
Operanın ulusal duyguları uyandırabilme potansiyeli 1830 yılında Belçikalıların Hollanda’ya karşı bağımsızlıkla sonuçlanan isyanlarının Brüksel’deki bir opera gösterimi sırasında alevlenmesiyle anlaşılır. Bu tarihten sonra hem devletsiz hem de devletli uluslar operanın siyasi önemini tam olarak anlarlar. 19. yüzyılda kazanılan tüm bağımsızlık savaşlarının ardında ya da önünde ulusal operalar ve millî müzik akımları vardır. Örneğin Çekler için Bedrich Smetana’nın Satılmış Nişanlı operası ulusal karakterlerini tam anlamıyla yansıtan ilk eser olarak görülür ve Arap Ali Destanı için Ali Hoca’nın yaptığı gibi yerel ezgilerden faydalanır. Bu dönemde Çeklerin çoğu hala Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nda yaşamakta ve ulusal müzikleri Viyana’dan çıkan eserlerden aşağıda görülmekteydi. Devlet desteğiyle yaratılan ulusal operalara örnek olarak Azeri besteci Üzeyir Hacıbeyov’un 1937’de Bakü’de ilk gösterimini yapan Köroğlu operası örnek gösterilebilir.
Operayı bir sanat biçimi olarak 19. yüzyılda bu kadar önemli kılan özelliği o günkü anlamda tüm sanat biçimlerinin (müzik, tiyatro, bale, şiir, vs.) tek eserde birleşmesinden doğan duygu yükünün izleyiciler üzerinde yaratabileceği etkiydi. Her ne kadar opera bu rolünü 20. yüzyılın başında sinemaya kaptırmış olarak görülse de opera binası olmayan başkentlerin olamayacağı fikri çoktan Avrupa’ya ve Avrupa’dan bağımsızlık kazanan ülkelerde kabul görmüş evrensel bir devlet politikası esası olmuştu. Sanat eleştirmeni ve kültürel diplomasi uzmanı Ruth Bereson, bunun operaların içerik olarak muazzam çeşitlilikler göstermelerine rağmen, operanın bir sanat biçimi olarak evrensellik ve devamlılığı temel almasından kaynaklandığını söyler.[9] Nasıl artık hatırlamadığımız bir tarihte devlet başkanlarının çoğundan takım elbise ve kravat giymeleri beklenmeye başlanmış ve bu çoğu kişi tarafından o devlet başkanının ciddiye alınmasının ön koşulu olarak görülmüşse, 20. yüzyılın tam kestiremediğimiz bir gününde devlet olma iddiasında ciddi olan ülkelerden ve başkentlerinden opera sanatını ciddiye almaları beklenmeye başlanmıştır.
Bunun sebeplerinden birinin operanın finansal açıdan mümkün olması için ciddi devlet desteğine ve koordinasyonuna ihtiyaç duyulmasıdır. Dahası, opera finanse ve koordine edebilme kabiliyetinin kültürel ve sembolik olarak bir devletin ciddiyet ve becerisini temsil ettiği anlayışı yerleşiktir. Bu yüzden 2. Dünya Savaşı sonrası 1950’lerin başına kadar tayin sistemi ile gıda dağıtan Birleşik Krallık hükûmeti Covent Garden’daki Kraliyet Operasına kaynak aktarımını durdurmamış, Rus Devrimi’nden sonra diğer tüm sanat dallarını sansüre tabii tutan Bolşevik partisi St. Petersburg’daki Bolşoy Tiyatrosuna Stalin dönemine kadar sürecek olan bir özerklik tanımışlardı. Bugün Avrupa’nın en zengin yerlerinde bile opera ve klasik müzik icra eden kurumların devlet desteği devam etmekte ve bu desteğin ortadan kalkması durumunda sürdürülebilirliklerinden şüphelenilmektedir.
KKTC’de devlet operası kurulması birkaç yıllık bir projedir.[10] Projenin ilk başlangıç yılı 2017 olarak gösterilmekte, hükûmet değişikliğinin ve erken genel seçimlerin projeyi sekteye uğrattığı iddia edilmekteydi.[11] Ancak değişen hükûmetlere rağmen devlet operası projesinin KKTC’de diğer alanlara nispeten az bir gecikmeyle Eylül 2019’da ilk operasını sergilemiş olması, KKTC’nin farklı siyasi geçmişten gelen elitlerinin bile bilinçli ya da bilinç dışı bir şekilde operanın devletlilikle ve devlet olma iddiasıyla olan köklü bağlarının farkında olduklarını gösterir. Projeye ayrılan kaynak miktarını bulamamış olmama rağmen tahminim toplamda 100 kişilik bir kadro ve sahnelemenin her aşaması için milyonlara varan meblağlar harcanmış olduğudur. Bunların yanı sıra opera ve devletliliğin önemi kavranmış olacaktır ki normalde farklı kurumlar arası zor bulunan bir koordinasyon başarısı gösterilmiştir. Eser Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Milli Eğitim ve Kültür Bakanlığı bünyesinde kurulmaya devam edilen Devlet Opera ve Balesi (KKTCDOB), Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası ve Türkiye Cumhuriyeti Kültür ve Turizm Bakanlığına bağlı Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü ve Müdürlükleri iş birliğinde hayata geçirilmiştir. Bugünlerde Cumhurbaşkanlığına ve bakanlığa bağlı iki kurumun işbirliği yapması pek beklenemezken, bu projenin hayata geçirilmesi meselenin siyasi elitlerimizce “siyaset üstü” olarak görülmesinden kaynaklı olmalıdır.
***
19 Eylül gecesi gerçekleşen ilk gösteri Kıbrıs Türk siyasetinde mevcut ve eski herkesin (gerçekten de aklınıza gelebilecek çoğu kişinin) tek mekânda toplandığı sayılı günlerdendi.[12] 19 Eylül gecesi Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı, Cumhuriyet Meclisi Başkanı Teberrüken Uluçay, 2’nci Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat, Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı Kudret Özersay, Milli Eğitim ve Kültür Bakanı Nazım Çavuşoğlu, Türkiye Cumhuriyeti Millî Eğitim Bakanı Ziya Selçuk, Türkiye Cumhuriyeti Kültür ve Turizm Bakan Yardımcısı Serdar Çam, iktidar ve muhalefet milletvekilleri orkestranın önündeki üç sırayı doldurmuşlardı. Bu isimlere operayı nasıl bulduklarını tek tek sorma fırsatını bulamadım, ancak o akşam orada bulunmuş olmaları ve eserin sahnelenmesinde siyasi olarak çeşitli rollerde bulunmuş olmaları KKTC Devlet Opera ve Balesinin “siyaset üstü” bir anlayışla elitlerimiz tarafından sahiplenildiğini göstermektedir ve onu geleceği garanti altında olan sayılı devlet politikalarımızdan biri yapacaktır.[13] Kişisel olarak bu durumdan memnun olsam bile teatral yatırım ve kurumsallaşmaların toplum geneline diğer meselelere taşan hak edilmemiş bir gurur aşılama riski taşıdığını düşünmekteyim. Her ne kadar da opera futbol, dönem 19. yüzyıl ve Kıbrıslı Türkler Çek olmasa da, pratikte olmayan bir toplumsal mutabakatın sahnede semboller ve destanlarla yaratılması gündelik hayatın iyileşmesi bakımından riskli bir durumdur.
*DÜZELTME(24/09/2019): Yazı bazı karakterler ve operadaki rolleri yanlış yazılmıştır. Oyunda Arap Ali’nin kız kardeşi Sahavet, eşinin ise adı Seniha’dır.
Notlar:
[1] Bu bölümde amacım yaşanan olayı tarihî olarak değil, opera sahnesinde destanlaştırıldığı şekilde incelemektir.
[2] İngiliz zabitlerini oynayan sanatçılarının boylarının neredeyse tüm diğer oyuncularınkinden kısa olmasının tesadüf mü yoksa teatral bir seçim mi olduğunu merak etmekteyim.
[3] Bu ağıtlardan biri Hatice Ana ve kız kardeş tarafından icra edilen “Mağusa Türküsü”dür.
[4] Kadın seyirciler için bu durum ancak Arap Ali’ye yas tutanlar aracılığıyla mümkündür.
[5] Operada Kıbrıslı Rumların adının bile geçmemesi ulusal mutabakatı kolaylaştıran etkenlerden biridir.
[6] https://www.facebook.com/kktccb/photos/a.216667271819085/1402699469882520/?type=3&permPage=1
[7] https://www.instagram.com/p/B2ru7dyFAxKdIf5utD7_GS8adXq9HLLpuWGd7M0/
[8] https://www.facebook.com/permalink.php?story_fbid=1034838783514821&id=100009661278410
[9] Ruth Beneson, 2002, The Operatic State, Cultural Policy and the Opera House, London & New York: Routledge.
[10] Eski bakanlarımızdan İsmail Bozkurt 1992 senesinde bu fikri ilk ortaya atan kişilerden olduğunu iddia etmektedir. https://www.facebook.com/ismail.bozkurt.3762/posts/10221167778088203
[11] http://www.kibrispostasi.com/c49-KULTUR-SANAT/n274379-kktc-devlet-opera-ve-balesi-kurulus-calismalari-suruyor-2101
[12] Başbakan Ersin Tatar o günlerde Ankara’daki bir panele katıldığı için ancak 21 Eylül gecesi operayı izleyebildi.
[13] Diğer başarılı devlet politikamız sanıyorum ki talasemi ile mücadeleyi kapsamaktadır.