Zülfü Livaneli, “Serenad” romanında yazıyı doğal olmayan, tehlikeli bir icat olarak niteler ve bu düşüncesini şu sözlerle açıklar:
“Yazıyla insan hayatı arasındaki garip ilişkiyi düşündüm. Yazı doğal bir şey değildi. İcat edilmiş, yani uçmak gibi o da doğamızda yoktu. Bu yüzden uçmaktan nasıl korkuyorsak yazıdan da korkuyorduk. En masum insan eylemleri yazıya geçirilince, hele gazetede haber olunca, bir suç havası veriyordu. Akşam evden çıkıp, Beyoğlu’nda bir arkadaşınızla buluşabilir, Rejans’ta bir akşam yemeği yiyebilir ve eve dönebilirdiniz. Bu dünyanın en olağan davranışlarından biri olurdu. Ama bir gazete, bir rapor, bir polis tutanağı aynı eylemi yazdığında suç gibi bir şeyler çıkardı ortaya.”
“Sorun yazıda değil, kimin ne amaçla yazdığında. Tanrı bile kendini yazıyla anlatıyor. İyi ama yazının icadından önce tanrı yok muydu?”
Bu paragrafları okuduktan sonra bir süreliğine kitabı kapatıp okuduklarım üzerine düşündüğümü hatırlıyorum. Hayatımızda olmasa nasıl olurdu diye sorguladığımız birçok şey vardır. Yazı genellikle bunlardan biri değildir çünkü her gün gerçekleştirdiğimiz birçok eylem gibi, yazı da hayatımızın sıradan bir parçası hâline gelmiştir.
Eminim benim gibi birçoğunuz ilkokuldayken “Yazıyı Sümerliler buldu.” kalıbını öğrenmiş, daha doğrusu ezberlemiş ve geçmişsinizdir. Hâlbuki, yazının hayatımızdaki yeri ve etkileri daha çok sorgulanmalıdır. Bu birçok antropolog için araştırma konusudur. Örneğin, sosyal antropolog Jack Goody’e göre yazı, modern dinlerin yayılmasının ve devamının temel taşıdır. Günümüzde ise yazıyı incelemek için teknolojiden bahsetmek şarttır. Birçok araştırmacıya göre yazının geleceğini teknoloji belirleyecektir. Çin alfabesindeki karakterleri romanizasyon yöntemiyle klavyeye taşıyan Pinyin sistemi buna bir örnektir.
Livaneli’nin izinde gidersek, yazının en aydınlık yanı ve en karanlık yanı aslında aynı şeydir; kalıcılığı. Kalıcılık aydınlıktır, çünkü bilgi güçtür. Yazı, istediğimiz anda, istediğimiz bilgiye danışmamızı sağlar. Bunun yanı sıra, eskiyi yeniye bağlar, ölümlüyü ölümsüze dönüştürür. Mesela, yüz küsur yıl önce ölmüş olan Dostoyevski’nin kitaplarını okuyabiliriz. Öte yandan, kalıcılık karanlıktır çünkü yazı kaybolmaz. Yıllar önce imzalanan bir belge veya aleyhinizde çıkan bir haber hayatınızı karartmaya yeter. Atalarımızın da dediği gibi, “Söz uçar, yazı kalır.”.
Bence yazı sonsuzlukla ölümsüzlüğü birleştirir. Neden böyle düşündüğümü bir örnekle açıklayayım. Paolo Coelho’nun, çevirisi Can Yayınları tarafından yayınlanan, “Simyacı” kitabının arka kapağında kitap için, “Simyacı’yı okumak herkes daha uykudayken şafak vakti uyanıp, güneşin doğuşunu izlemeye benziyor.” yorumu yazılmıştır. Bu yorum âdeta ifade biçiminin sonsuzluğunu kanıtlar. Yorumu yapan kişi, kitabı beğendiğini sıra dışı bir şekilde ifade etmiştir. Kitabın arka kapağında ise, bu ifade yazı formunda ölümsüzleşmiştir.
Referanslar:
Goody, J. (1986). The logics of writing and the organization of society. Cambridge: Cambridge University Press.
Livaneli, Z. (2011). Serenad. İstanbul: Doğan Kitap.
Schmandt-Besserat, D. & Erard, M. (2009). Origins and Forms of Writing. In C. Bazerman (Ed.). Handbook of Research on Writing: History, Society, School, Individual, Text. New York: Taylor & Francis Group.
Görsel için tıklayınız.