20 Mart gününü 21 Mart’a bağlayan gece KKTC’ye gelip yerleştirildiğimiz karantina merkezinden 18 gün sonra çıkmak, âdeta kendimi av köpeği gibi hissetmeme sebep oluyor. Hazır buradayken, av köpeklerine yapılan davranış hiçbir zaman takdir ettiğim bir hareket değildir bunu da belirtmek isterim.
Karantina sonunda arabanın arka koltuğunda ya da bize bırakılan arabayla evlere gidip odamızda yine şahsi izolasyonumuzu devam etmemiz gerekmekteydi. Eve gelip şahsi izolasyonuma başlamadan önce yaptığım ilk şey, aile bireylerime kesinlikle ve kesinlikle herhangi bir temasta bulunmamak ve iki köpeğime sarılıp onlarla 5 dakika bahçede oynamak oluyor. Özlemişim. Arkasından benim eve geldiğimi gören 13 yıllık kadim dostum, kedim eve geliyor. Ben yokken eve gelmeyen, ev halkının yüzüne bakmayan bir kedi sadece dostluğu benden ibaret. Hatta ben yokken eve girip bir tur atıp odamı yoklayıp sinir olup evden kaçıyor. Neyse, kadim dostlarımız her zaman hayatımızda önemlidir, bunu demek istiyorum.
Aynı zamanda her ne kadar “Ya adaya bir daha gelemezsem.” diyerek kalkıp gelsem de İngiltere’de kalmış olsam mutsuz olmayacağımı biliyorum; hele hele bir evcil hayvanım olsa bütün planımı değiştirebilirdim.
Karantinada iken kalkar kalkmaz birkaç esneme hareketleri yapıp, kahvemi elime alıp balkona çıkıyor ve arkadaşlarla günaydınlaşıyordum. Aynı zamanda uzaktan uzağa kahvaltımızı da beraber ediyorduk. Günün geriye kalanında da hava güzelse balkonda kitabımı okuyor, sohbet ediyor ya da odamda bir şeyler izliyordum.
Sanıyorum ki 18 günlük karantinamda internet ortamından izleyebileceğim her şeyi izlediğimden şu an herhangi bir şey bulamıyorum. Bir yandan da seviniyorum buna çünkü okumayı hedeflediğim çok kitap var. Karantinada iken 3 kitap bitirmiştim mesela. Elimdeki kitapları bitirmekte kararlıyım.
Yaklaşık son 5 senedir yalnız yaşıyor olduğumdan karantina günleri beni aşırı derecede sıkmadı. Ancak evdeki izolasyon daha farklı. Hem elimde izleyecek film ya da dizi kalmadı, hem de evde bulunduğum ailem var ve buna da adapte olmam gerekecek. Film ve/veya diziler yerine kitaplarıma daha fazla vakit ayırabildim, aynı zamanda çevreme balkon konuşmalarımı da yapmış bulunmaktayım. Meğer anlatacak ne çok şeyim varmış. Özellikle eve geldiğim günün akşamı alkolümü aldım zira karantinada buna izin verilmemişti. Bizden önceki nesillerin “74’te şunu gördük. Şu oldu, bu oldu…” şeklinde anılarını anlatma şehvetiyle durdum karantina öncesi ve karantina zamanı olan anılarımı anlatmaya.
Çevremdeki gördüğüm, duyduğum şeyler genellikle herkesin hep ötelediği işleri ya da aktiviteleri yapma çabasında olduğudur; her ne kadar bazıları ötelemeye devam etse de. Kişilik meselesi. Ben şahsen her ne kadar Kıbrıs’a artık yılda 3-4 kez geliyor olsam da odamın bir duvarını boyamayı hep düşünmüşümdür. Buna hiç vakit bulamadım diyemem ama vakit ayırmamış ya da yaratamamışımdır. Ancak, nihayetinde cuma ve cumartesi günü duvarı boyadım.
Boyamakta, çizmekte, yazmakta… Kısacası sanatta kesinlikle ruhu dinlendirme denen bir durum söz konusu. Birini çiz deseler çöp adam bile çizemem, ama soyut işlerde iyiyim diyebilirim. Hani şu hiç bitmeyen tuvaller. Bu yüzdendir ki her sene bir duvarımı boyamaktayım. Karantina ve sokağa çıkma yasağı her hafta bir eşyaya döndürmüş durumda bunu ki, sıradaki boyanacak şey kütüphanem. Bunun sebebi de sanırım hem kadın cinsiyeti ile ilişkilendirilmiş olan pembe-mor ve tonları gibi renkleri etrafımda istememem ve aynı zamanda şampanya rengi, krem, beyaz ya da bu tonları görmekten gerçekten zevk almamam. Beni bu renkler sakinleştirmiyor, aksine geriyor. Birinci sebebi küçüklüğümün genelinde hastanede bol vakit geçirmem ikincisi de bunların sıkıcı renkler olması.
Beni durduracak tek şey evdeki boyaların bitmesi. Buradan hırdavatçılara seslenmek istiyorum: Ne olur iki litre daha alayım! Ya da halkımıza sesleniyorum: Açları, evsizleri hatırladığınız gibi ne olur beni de hatırlayın ve dışarıya evinizde fazla olan boyaları koyun. Böylelikle bir gün sonra onları alıp bir gün dışarıda bekleterek kullanabilirim. El ele verirsek herkes sıkıcı renk tonlarından kurtulabilir ya da ruhunu dinlendirmek adına evini boyayabilir.
En az vücudumuzun beslenmeye duyduğu ihtiyaç gibi, zihnimizin de beslenmesi gerekmektedir. Bunu göz ardı etmemek ve bütün günümüzü televizyon, bilgisayar ve cep telefonuyla geçirmemek gerekiyor bence. Boyamak, yazmak, çizmek, okumak, dinlemek, spor yapmak, yapboz yapmak, bulmaca çözmek, satranç oynamak gibi zihnimizi uyuşturmayan aksine besleyen ve akıl sağlığımızı korumaya yönelik bize yardım eden faaliyetlerde bulunmak çok önemli. Ben şahsen satrançta son on günde bir kademe yükseldim ve internet üzerinden oynayabileceğim bir rakip arıyorum.
Her ne kadar herkes bu virüsün ilk günlerinden beri marketlere saldırıp, un, şeker, yağ gibi temel gıdaları almış olsa da hareketsiz kaldığımız günlerde mümkünse bunları az miktarda kullanarak yaz vücudumuzu yok etmeyelim. Kim bilir? Belki yaza sokağa çıkabiliriz, sonunda “varil toplum” olmayalım. Şimdiden uyarayım.
Karantina sonrasını evde şahsi izolasyon ve kendime çeşitli aktiviteler bulma çabasıyla geçirmekteyim. Bu günleri hem dinlenip hem kendimi iyileştirip hem de kendimi ileriye taşıyarak geçirmeyi hedefliyorum. Sonra da kendi kendime kızıyorum “Neden hiçbir şey yapmadım?” diye.
Bu günler bana, muhtemelen çoğumuza, koşuşturmalı günlerin hasretini yaşatmakta. Şu anda daha öncesinden daha büyük bir kararlılıkla eğitimime devam etmeyi hem kendim hem de halkım için daha iyi şeyler yapmayı hedeflemiş bulunmaktayım. Bunların hiçbiri yatarak olmaz, klavye başında birbirimize sataşarak olmaz. İleriye gitmek için icraat gerekli. Daha iyiyi umarak, bekleyerek değil, daha iyi olarak ilk icraatı yapalım.
Hem zihinsel hem de fiziksel sağlıkla kalmanız dileğiyle.
Fotoğraf için tıklayınız.