“Patron Çıldırdı” ve Sanatsal Özgürlük

Olur ya bazen, şahit olduğunuz bir manzara ya da tecrübe ettiğiniz bir olay karşısında ne yapacağınızı bilemezsiniz, hatta yaşadığınız olayı tarif edecek kelimeleri dahi seçemezsiniz; kalakalırsınız öylece, olduğunuz yere çakılır, ağzınızı açar ve bakarsınız…

 

Olur ya bazen, izlediğiniz Türkçe dublaj bir Amerikan filminin en heyecanlı yerinde, ardında patlayan bombaların şiddetiyle savrulan bir adamı ya da arabayla kapanan köprüden son sürat uçmak üzere olan bir adamı gören etraftaki figüranların şaşkınlık ifadesini duyarsınız: “Yüce Tanrı’m!”…

 

Olur ya bazen, okuduğunuz romanın en heyecanlı yerinde: “Dört, üç, iki, bir! Uyan artık Josef. Kendine gelmelisin.” diye seslenen Freud’un sesini duyunca ya da 101 numaralı hücrede düşünce polisinin yüzüne yaklaştırdığı sıçanları görünce avazının çıktığı kadar: “Julia’ya yapın! Beni bırakın! Umurumda değil Julia’ya yapın!” diye bağıran Winston’ın korkusunu hissedince, dudaklarınızı ısırarak tekrar edersiniz içinizden: “Aman Tanrı’m.”…

 

Olur ya bazen, evrensel bir şaşkınlık ifadesini dile getiririz, kötü tecrübeler yaşamış biri için de söyleriz ara sıra: “Aman Tanrı’m, çıldırmış olmalı!”… Bir serzeniştir bu, bir şaşkınlık ve aynı zamanda bir isyan ifadesidir de, ama daha çok karşımızdaki kişide gördüğümüz anlam yoksunluğunu dile getirir ve hiç şüphesiz en çok da eylemlerine ve kararlarına anlam veremediğimiz kimseler için kullanırız bu ifade biçimini.

 

Olur işte bazen, saçmalayan birini görürüz: Trafikte, okulda, iş yerinde, bir devlet kurumunda, kim olduğu farketmez: Annemiz, arkadaşımız, patronumuz, her kim ise anlam veremediğimiz ona isyanımızı dile getiririz. Ya içimizden söyleriz, ya arkasından şikayet ederiz, ya da cesur olup, sen deriz, evet sen: “ÇILDIRMIŞSIN!”

 

***

 

Son iki yıldır Kıbrıs Türk toplumunun temel insan hak ve özgürlükleri ve özellikle de ifade ve basın özgürlüğü açısından büyük bir baskı altında olduğunu ve durmaksızın genişletmeye mecbur olduğumuz bireysel özgürlük alanlarının günden güne kısıtlanmaya çalışıldığını söylesem ne düşünürsünüz?

 

Her ne kadar öncesinde de parlak bir “insan hakları” ve basın özgürlüğü tarihimizin olmadığını bilsem de, özellikle 22 Ocak 2018’de Afrika gazetesine yönelik girişilen faşist saldırı ve sonrasında intikam histerisi ile tertip edilmiş mahkeme süreci ile birlikte, KKTC’de merkezî ve haricî otoritenin baskı ve sindirme eylemlerinde farklı bir boyuta geçilmiştir. Aslında günümüze kadar çoğunlukla yazılı iletişim araçlarınca gerçekleştirilen baskı ve sindirme eylemleri, geçtiğimiz hafta âdeta bir virüs gibi evrim geçirerek bir seviye daha atladı ve sanatsal üretim özgürlüğünü hedef aldı. Sanırım, bir sosyal medya fenomeni olarak bahsedebileceğimiz bir akademisyen, Senih Çavuşoğlu, dijital ortamda yarattığı ve sosyal medya hesabından paylaştığı bir sanat çalışmasının eleştirel niteliği yüzünden Başbakan tarafından, yani bizzat ilham kaynağı tarafından, polise şikâyet edildi ve ifade vermeye çağrıldı. Böylece, hukuksal olarak düşünce ve ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilen “sanatsal üretim özgürlüğü”nün kısıtlanması, tarihimizin zaten pek parlak olmayan ifade özgürlüğü sayfasına kalın ve çirkin harflerle eklenmiş oldu…

 

Peki özgürleşimini savunduğumuz sanat nedir?

 

Öncelikle sanat nosyonu, salt bir açıklama getirebileceğimiz ve bütünüyle herhangi bir tanımsal kalıp içerisine hapsedebileceğimiz kolay bir kavram olamayacak kadar derin ve oldukça geniş bir alanda mevcudiyet gösterebilen bir yöntem/aktivitedir. Lakin, biz konumuz gereği sanat kavramını bir ifade biçimi ve iletişim aygıtı olarak ele almak durumundayız. Bu bağlamda “sanatsal özgürlük” ilkesini incelemeden önce, bizim bakış açımızdan sanatın ne olduğunu ele almak durumundayız.

 

Böylece, en basit tabirle sanat: Dilsel, kültürel ve daha birçok fenomenin kısıtlayıcı etkisine rağmen, mevcut sınırların ve kalıpların ötesine geçebilecek potansiyeli, hem sanatın ileticisine hem de alıcısına veren bir ifade ve iletişim aracı/yöntemidir. Sınır tanımayan doğası gereği sanat, insani davranışsal etmenler ya da görece ahlak değerlerinin denetimi ve derlemesi altında tutulamayacak bir olgudur. Buna göre sanat pekâlâ yüceltici, saygısız, anlaşılır ve/veya karmaşık olabilir. İçerdiği meseleleri toplumsal alana taşıma özelliği bulunan sanat, var olan düzene ve otoriteye karşı direnişi ve isyanı, umudu ve korkuyu ifade edebilecek eylem gücüne sahiptir. Aynı zamanda merkezî otoritenin propaganda aracı ve tebaalarını kontrol altında tutma aygıtı olarak da kullanılabilmektedir ki tarihte bunun örneği çoktur (bkz. komünist sembolizm).

 

İnsanlara, ana akım politik ve akademik söylemlerin aksine, çok daha etkili bir yol aracılığı ile ulaşabilen sanat, içerdiği derin anlam ve üslup sayesinde insanları gözyaşlarına boğabilmekte, güldürebilmekte ve harekete geçirebilmektedir. Tam da değindiğimiz bu sebepten ötürü, sanat ve sanatın oluşturduğu entelijansiya (intelligentsia), merkezî otoritenin önceden belirleyip topluma sunduğu ve kurulu düzenin çarklarına yönelik bir “zarar” veya “değişim” teşkil etmeyen bakış açılarını reddettiği için her daim baskıcı ve otoriter yönetim aygıtlarının hedefi olmuştur. Baskıcı rejimlerin korku politikaları ile yönlendirilen toplumlarda sanat, hayal edilen dünyanın veya hayat biçiminin umut vaat eden bir ifade biçimi olarak karşımıza çıkmaktadır. Her ne kadar tarihin belli safhalarında sanat ve sanatçı merkezî otoritenin ideolojisi ile sınırlandırılmaya çalışılsa da, sanat her daim devletle çatışma konumunu benimsemiş ve karşıt düşüncelerin ifade biçimi olmuştur. Fransız yazar ve sanat tarihçisi André Malraux’ya göre sanat, toplumun benimsediği gelenek ve alışkanlıkları aynı zamanda karanlıkta kalmış kronik ve güncel toplumsal sorunları ortaya çıkartmak gibi bir işlevselliğe sahiptir.

 

Sanatsal Özgürlüğün Hukuksal Boyutu

Konumuz gereği, kitle iletişim düzleminde aktivite gösteren bir ifade biçimi olarak ele aldığımız sanat nosyonu, karşımıza belli bir yaratım süreci sonucunda elde edilen bir düşünce açıklama biçimi olarak çıkmaktadır. Bu bağlamda, sanatsal üretim özgürlüğü için ilk elden kişisel bir hak olduğunu söyleyebiliriz, buna ek olarak, kişisel haklar arasında bireyin kendi düşünce ve davranışlarını belirleme hakkı da bulunmaktadır. Burada her ne kadar kişisel terimini kullansak da, sanatın içerdiği düşündürme, bilinçlendirme, toplumsallaştırma ve bilgi birikimi oluşturma gibi işlevleri nedeniyle sanat özgürlüğü kavramını yalnızca bireysel haklar kategorisinde sınırlı tutamayacağımızı, aksine bu kavramın motive ettiği kültürel zenginlik sayesinde toplumsal bir gereklilik olarak ele alınması gerektiğini vurgulamak durumundayım.

 

Demokratik toplumun en temel koşulu düşünceyi açıklayabilme özgürlüğüdür. Böylece açıklanmış fikirler kolektif olarak serbestçe tartışılabilir ve gelişim gösterebilirler. Bahse konu demokratik tartışma ortamı hem sivil toplumu, hem de siyasal alanı beslemekte ve insanların özgürce fikir edinebilmelerini ve geliştirdikleri düşüncelerini serbestçe açıklamalarını sağlamaktadır. Modern demokrasinin bir diğer temel unsuru ise, yeni fikirlerin de ileride serpilip birer çoğunluk fikrine evrilebilme olasılığının olmasıdır. Unutmamalıyız ki, sanatçı dediğimiz kimseler, toplumda kimsenin söylemeye ve eleştirmeye cesaret edemediklerini kendi dünya görüşlerince ifade eden kimselerdir. Yalnızca bu bağlamda bile ele aldığımızda sanatsal üretim özgürlüğünün çağdaş bir toplum yaşamının oluşumundaki etkisi açıktır.

 

Her ne kadar bir düşünce açıklama biçimi olarak değerlendirilen sanatsal özgürlük ilkesine Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 10. maddesi bağlamınca kısıtlı bir yer verilse bile, bu ilke de diğer insan hakları ile bağlantılıdır ve bir bütün olarak bir devletin anayasasında içerildikleri ve korundukları şekliyle, o devletin yapısı açısından önemli bir işlevselliğe sahiptir. Bahse konu hakların korunma biçimi ve bu hakların yurttaşlara tanınma biçimleri aracılığı ile söz konusu devletin ne derece demokratik bir yapıya sahip olduğunu analiz edebiliriz. Temel insan hak ve özgürlükleri sistemsel olarak birbirlerini tamamlar nitelikte olup, her bir hak bir diğerinin dayanak noktasıdır. Bahse konu haklar kişisel, siyasal, ekonomik, sosyal ve kültürel olarak kategorize edilmiş olsa bile aralarında karşılıklı bir ilişki bulunmaktadır. Bu bağlamda, sanat özgürlüğü ise hem sanatın kültürel bir eylem olduğu hem de bireyin bizzat kendisini ifade ettiği yalın bir alan olarak varsayıldığı için bahsettiğimiz karşılıklı ilişkilerin belirgin bir şekilde görüldüğü özgürlüklerden biridir.

 

İnsan haklarının bireye sağladığı özgürlüklerin somut kullanımı söz konusu olduğunda, insan haklarının dayandırıldığı temel olarak varsayılan: “İnsan onuru” gibi kavramlar bir çırpıda yok sayılabilmektedir, ki bu pekâlâ sanat özgürlüğü açısından çok önemlidir çünkü bireysel olarak insanın kendi varlık gösterme biçimi ya da çabası ile gerçekleşen bir eylem veya üretim olan sanat, tam da bu sebepten ötürü bireyin “varoluş değeri” ve bağımsızlığı ile ilgilidir. Bir diğer açıdan toplumların kültür ve sanat etkileşimleri onların yaratıcılık potansiyellerini temsil etmektedir. Bu nedenle bir toplumun bireylerinin “yaratma özgürlüğü” birçok farklı etkenin yanı sıra, hukuk sistemlerinin bu konuya olan yaklaşımına ve medeni anlayışına da bağlıdır. Kaldı ki, bırakın yaratma özgürlüğünün kısıtlanmasını, toplumların sanatsal üretim kabiliyetlerinin ve yaratıcılıklarının korunması açısından sanatsal yaratma özgürlüğünün hukuk sistemleri tarafından güvence altına alınması elzemdir.

 

Her ne kadar ifade ettiğimiz gibi, sanat kalıpları ve sınırları aşma eğiliminde olsa bile, hukuk bazı sınırların aşılmasına olanak vermez. Hukukun korumakta olduğu sınırlar elbette varlık nedeni olan düzenin korunması ve devamlılığıdır. Acaba Sayın Tatar kendisini deli gömleği içinde görünce devletin bekasının ve varlığının tehlikeye girdiğini mi düşünmüştür?

 

Hiç sanmıyorum. Hatta buna inanabilecek bir kimsenin olduğunu da düşünmüyorum…

 

Öyleyse geriye kalan en mantıklı sebep Sayın Tatar’ın bu sanat eserine kişisel bir alınganlık gösterdiği ve bu eleştiriye tahammül edemediğidir.

 

Buna göre, ifade özgürlüğünün sınırlandırılması konusunda bireylerin eleştiri sınırlarının en geniş olduğu alanın siyasal alan olduğunu söylemek zorundayım. Böylece, hükûmetler hem en ağır eleştirileri anlayışla karşılamak, hem de toplum üzerinde uygulayacakları sınırlayıcı önlemlerin ifade özgürlüğünü etkisi altında bırakmayacak şekilde belirlemekte yükümlüdürler. Kamusal birimlerin toplum tarafından denetlenmesi bir vatandaşlık görevidir ve bu görevi yerine getirirken vatandaşların ağır ve sert bir terminoloji veya üslup kullanması da pekâlâ mümkün olup anlayışla karşılanmalıdır. Farkında mıyız bilmiyorum ama siyasetçilere yönelik eleştirilerde esas alınan geniş sınır, artık birkaç diktatörlük rejiminin hüküm sürdüğü ülkeler haricinde evrensel bir ilke hâline gelmiştir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine göre siyasetçiler, kamu görevi ifa etmeyen sıradan vatandaşların aksine basının ve toplumun yakından denetimine açık olmayı ve dolayısı ile kendilerine yöneltilecek çoğu eleştiriye de açık olmayı bilerek tercih etmişlerdir. Bu nedenle kendilerine yöneltilen eleştirilere gönüllü olarak çok daha geniş bir hoşgörü ile yaklaşmak durumundadırlar.

 

Peki, bizim anayasamızın sanatsal özgürlük yaklaşımı nedir?

 

Sanatsal özgürlük, KKTC anayasasının ikinci kısım 25. maddesince “Bilim ve Sanat Özgürlüğü” başlığı altında derlenmiş olup, şu şekilde açıklanmaktadır:

“Herkes, bilim ve sanatı serbestçe öğrenme ve öğretme, açıklama, yayına ve bu alanlarda her türlü araştırma yapma hakkına sahiptir.”

 

Konumuzu yakından ilgilendiren bir diğer anayasal hakkımız ise, yine anayasamızın ikinci kısım 30. maddesince “Basın Dışı Haberleşme Araçlarından Yararlanma Hakkı” olarak tanımlanmaktadır. Buna göre, yurttaşların basın dışı haberleşme araçlarından yararlanma hakkı, demokratik ilkeler ve hakkaniyetli ölçüler ışığında belirlenmiş yasalar ile düzenlenmekte olup, demokrasi, insan hakları ve sosyal adalet ilkelerine dayanan laik devletin, ulusal güvenliği ve genel ahlakın korunması dışında herhangi bir nedenle devlet tarafından askıya alınamaz ve kısıtlanamaz…

 

***

 

Son olarak, cesur bir şekilde yarattıkları edebî ve sanatsal üretimle topluma mal olmuş ve Kıbrıs Türk toplumunun büyük bir çoğunluğu ile özdeş hâle gelmiş toplumsal figürlerin günden güne artan bir baskı ve sindirme rejimi ile karşı karşıya oldukları bu günlerde toplum olarak onların yanında olmak zorundayız. Unutmamalıyız ki, susturulmaya çalışılan bir sanatçı değil, bir toplumdur… Ayrıca, toplum olarak tecrübe etmekte olduğumuz bu olağan dışı süreçte ve hatta içinde yaşadığımız 21. yüzyılda, sanat ve sanatçı üzerinden bir toplumu susturmaya çalışmak…

 

Evet korkarım ama gerçekten de “patron çıldırmış” olmalı!

 

(Patron Çıldırdı)

 

Dipnot: Daha önce, sanat eserlerinin iki tanesini kendi izniyle bu platformda yayınlamış biri olarak, gençlerin özgürce üreterek var oldukları Tabella’da, Senih Çavuşoğlu’nun ve dolayısı ile Kıbrıs Türk toplumunun ifade özgürlüğünün savunulması gerektiğini düşünüyorum ve bu yazıyı ülkemin daha özgür bir coğrafya olarak var olacağı umutlu günlere adıyorum.

 


 

Kaynakça

 

Bingöl, A. (2011). Sanat Özgürlüğü. Hacettepe Hukuk Fakültesi Dergisi.

Başaran P. ve Karan, U. (2016). Sanatsal İfade Özgürlüğü Kılavuzu. Siyah Bant.

KKTC Anayasası

Tarhanlı, T. (2015). Sanatsal ifade ve yaratıcılık özgürlüğü. Heinrich-Böll-Stiftung.

Arslan, E. (2019). Sanat ve İfade Özgürlüğü. Düşünbil Portal.

 

Kapak fotoğrafı için tıklayınız.

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir