Kuzey Kıbrıs’ı Riske Atmayın: Bilimsel Bir İnceleme

Geçtiğimiz günlerde Kıbrıs Türk Tabipler Birliği tarafından değerli bir açıklama yapıldı.

 

Toplum olarak bir karar vermemiz gerektiğinin vurgulandığı yazıda, önümüzdeki seçenekler kısaca şu şekilde sıralandı: 1) İzole olarak yaşamaya devam edip aşının bulunmasını beklemek. 2) Kontrollü bulaşı sağlamak.

 

Bu dönemlerde keza Başbakan Yardımcısı Kudret Özersay son derece haklı bir açıklamada bulunmuştu: “Biz salgın konusunda en başta kapanma kararlarını alırken Rum tarafını aynen ve eş zamanlı olarak takip etmiş olsaydık bugün ciddi kayıplarımız olabilirdi.”

 

Bu doğrultuda sınır geçiş noktalarının açılması konusunda haklı olarak ihtiyatlı bir yaklaşım önermekteydi.

 

Sonrasındaysa, 1 Temmuz’dan itibaren Türkiye başta olmak üzere çeşitli ülkelerden 72 saat içerisinde PCR testi yapmış olan yolcuların herhangi bir test veya karantina gerekmeden ülkeye girebilecekleri açıklandı.

 

Bu yazıda bunları kendimce bilimsel prensiplerle değerlendirmeye çalışacağım.

 

Bilimsel prensiplere göre liste hazırlamak

Bakanlar Kurulu kararına göre en güvenli olan A grubunda Türkiye yer alırken, daha az güvenli olan B grubundaki ülkeler arasında İsviçre yer almakta.

 

Bu listelerin hangi bilimsel kritere göre oluşturulduğu açıklanmış değil. Liste oluşturulmasında dikkate alınabilecek farklı hususlar var, her ülkedeki Rt değeri, yapılan test ve vaka sayısının nüfusa oranı gibi; bu kriterler Kıbrıs’ın güneyindeki listeler için sayısal değerlerine kadar şeffafça açıklanmış durumda. Hâl böyleyken, Bakanlar Kurulunun bu listeleri hangi objektif kriterlere göre oluşturduğunu açıklaması, ailesinin sağlığı için endişelenen bir vatandaş olarak talebimdir.

 

Türkiye’de son birkaç gündür vaka sayılarında endişe verici bir artış gözlemlendiği zaten yaygın olarak tartışılan bir gerçek. Ancak açıklamanın yapıldığı 11 Haziran gününe bakacak olursak, Johns Hopkins Üniversitesi veri tabanına göre İsviçre’de o gün 33, Türkiye’de 987 vaka olmasından hareketle dahi bu kararın bilimsel bir dayanağı olamayacağı ortaya çıkmakta. Kaldı ki, Türkiye’de şu anki günlük vaka sayısı, sınırlarımızı kapattığımız mart ayındaki eşikten çok daha yüksekte.

 

Bu kararın elbette ki pratik değerlendirmelerle verilişini anlamlandırmak zor değil. Yolcuların uçaktan inmediği charter seferler dışında ülkemizin tüm hava yolu bağlantısını sağlayan Türkiye’den gelenlere PCR uygulamak demek, pratikte ülkeye hava yoluyla gelen neredeyse herkese PCR uygulamak demek oluyor. Sızan iki buçuk sayfalık rapora göre günlük 300 PCR kapasitemizin olduğu düşünüldüğünde, iki uçağa dahi test yapamayacağımız gün gibi ortada. Bu da bizleri charter seferler dışında hava yolu taşımacılığında “ya hep ya hiç” noktasında bırakıyor.

 

Ancak durumun çok endişe verici olduğunu söylemek mümkün. 72 saat içerisinde negatif PCR testi sahibi olmanın, risk yönetimi açısından yeterli olduğuna dair bilimsel bir bulgu sunulmuş değil. Konuyla ilgili inceleyebileceğimiz örnekler de, en azından benim aramalarımda, literatürde henüz yayımlanmış görünmemekte. Kaldı ki, bize göre daha riskli olan İngiltere gibi ülkelerle Türkiye uçuşları başlatmaktayken, yolcuların böyle bir ülkeden Türkiye aracılığıyla gelmediğine dair güvencemiz, kendi beyanlarından ibaret mi olacak?

 

“Ya hep ya hiç”te “hiç”ten taraf tavır almak, henüz daha mantıklı olanı gibi.

 

Net mesaj verememek

Halk sağlığıyla ilgili herhangi bir süreçte verilecek olan mesajın netliği, halkın uyumunu sağlamak açısından anahtar noktadır.

 

“Salgın var. Evde kal. Hayat kurtar.” bu net bir mesajdır.

 

“40 gündür vaka yok, salgın bitti. Ama bitmemiş de olabilir. Yine de maske takalım, virüsle yaşamaya alışalım.” bu net bir mesaj değildir.

 

COVID-19 salgınının uzun vadeli yönetimi açısından akademik dünyada oldukça rağbet gören bir model, intermittent social distancing, yani dönemsel olarak sosyal mesafe kısıtlamalarının uygulanıp kaldırılmasını öngören modeldir. İkinci dalga endişesiyle geçtiğimiz günlerde tekrardan kısıtlamaları hayata geçiren Pekin, doğal olarak bu modelin gerçekliğe evrilmesini bizlere göstermektedir.

 

“Intermittent social distancing” modelinin çalışmasında anahtar faktör, risk düzeyinin devamlı olarak değerlendirilerek şeffaf bir şekilde halka aktarılması ve tavsiyelerin bu doğrultuda net olarak derecelendirilmesidir. Örnek olarak görebileceğimiz Yeni Zelanda’da da bu doğrultuda bir “derecelendirme” veya “grading” sistemi kurulmuş, hiçbir aktif vakanın kalmamasıyla beraber tüm sosyal mesafe kurallarının kaldırıldığı Grade 1’e geçilmiştir.

 

Canterbury Üniversitesinde yaptığı modellemelerle salgını takip eden Yeni Zelandalı ekip, ülkede 20 gün boyunca vaka görülmediğinde %95 ihtimalle hiçbir “gizli vaka”nın kalmadığını hesaplamıştır. Bizim koşullarımızda elbette ki bu sürenin hesaplanması yerel parametreler dikkate alınarak yapılmalıydı. Bununla birlikte enfekte bir kişinin dahi konserler gibi büyük etkinliklerde enfeksiyonu yayıp yeni bir salgına sebebiyet verme riskinin (superspreader event) bu sınırlamalar kalktıktan sonra bu oranla %3’ten %8’e çıkacağını hesaplamış ve Yeni Zelandalıların kalabalıktan bir süre daha kaçınması gerektiğini tavsiye etmiştir.

 

Bizdeyse bundan çok daha uzun bir süre boyunca vaka görülmezken tartışmalar “bitti-ama bitmedi” ikileminde kalıp bilimselleşememiştir. Riskteki azalma doğal olarak insanların risk algısındaki azalmayı beraberinde getirmiş, sosyal mesafe ve maske zorunluluğu uygulamada kendiliğinden ortadan kalkmıştır. Evet, kültürel etkinlik ve festival gibi organizasyonların yapılmasına belki kademeli olarak izin verilmiştir ancak sosyal mesafe açısından resmî tavsiyeler bu süreçte hep aynı kalmıştır. 1 Temmuz’dan itibaren riskin artmasıyla da aynı kalacaktır.

 

Gerek maske kullanımıyla ilgili çalışmalarda, gerekse karantina önlemleriyle ilgili çalışmalarda, kurallara uyumda sürenin önemli bir faktör olduğu ortaya çıkmıştır. Uzun süredir süren, uygulanmayan bir maske ve sosyal mesafe zorunluluğu, tekrar uygulanabilecek midir?

 

Kaç kişi ölecek?

“Hastalık için risk grubundaki kişileri korumaya devam ederken, daha az riskli bireylerin sosyal ve iş hayatlarını kişisel önlemler eşliğinde devam ettirmek ve bu arada hastalık geçiren olursa gerekli sağlık hizmetini eksiksiz verebilecek ve sağlık sistem kapasitesini aşmayacak şekilde kontrollü bulaşı sağlamak.”

 

Kıbrıs Türk Tabipler Birliğinin açıklamasında ikinci senaryo bu yönde. Bu açıklamada ayrıca buna sağlık sistemi kapasitesinin yüksek olması şart koşulmuş, ki bu seviyeye ulaşılmadığı yönde de örgütün son günlerde açıklamaları dikkat çekmekte.

 

Bizim durumumuzda olup virüsü elimine etmiş veya neredeyse elimine etmiş olan Kıbrıs’ın güneyi, Yeni Zelanda, Hong Kong, Avustralya ve hatta Yunanistan gibi ülkelerin hiçbirinde “kontrollü bulaş sağlama” gibi bir düşüncenin tartışma konusu dahi olmadığını söylemek gerekir.

 

Tabipler Birliğinin “izole olma”nın son noktası, aşı bulunması olarak verilmişken, “kontrollü bulaş” politikasının nihai noktası açıkça ifade edilmemekte. Bununla birlikte, bazı hekimlerden gelen “steril kalmak endişe verici” söylemleri ve son olarak da Hasan Taçoy’un “ikinci dalgada kapanma olmayacak” söylemiyle beraber, bu politikanın son raddesinin sürü bağışıklığı olabileceğine dair korkutucu bir senaryo ortaya çıkmıştır.

 

Nihai noktası olsun ya da olmasın, kontrollü bulaş tarzı bir senaryoyu eğer konuşacaksak, tüm koşulların sağlanabileceğini ve sağlık sisteminin kapasitesinin asla aşılmayacağını varsaysak dahi çok temel bir noktada dürüstçe tartışmamız gerekir: Kaç kişi ölecek? Eğer ki sürü bağışıklığı hedeflenirse bu sayı, 370.000 kişilik nüfus, %67’lik bir eşik ve %0,5’lik iyimser bir IFR (infected fatality rate; virüsü kapanlar arasında ölüm oranı) üzerinden düz matematikle 1.240 ölüm olarak hesaplanabilir. Eğer ki akıllarda başka bir düşünce varsa, kendimize sormak gerekir: Ekonomik kazanımların bedelini insan hayatı cinsinden ölçebilir miyiz?

 

Hatta tamamen ekonomik bir boyutta tartışacak olursak, Chicago Üniversitesine bağlı bir enstitünün hesapladığı gibi, önlenebilir ölümlerin ekonomik götürüsünü de hesaba katmakta mıyız? Yoksa turizmden gelecek gelirin besleyeceği kesimlerle bu götürünün en fazla etkileyeceği dezavantajlı kesimler arasındaki görünürlük farkı muhakememizi bulandırmakta mı?

 

Kontrollü bulaş: Rüyalar gerçek olsa?

Kontrollü bulaş senaryosuyla ilgili birkaç endişe üzerine detaylandırmak gerekli.

 

Bunlardan en önemlisi, hassas kesimlerin korunabileceği varsayımıdır. Hassas kesimlerin başarıyla korunup korunamayacağı, Kıbrıs Türk toplumunun sosyal yapısında test edilmeye açık bir hipotezdir. Bu testin insan hayatıyla olmaması gereklidir.

 

Bu konuda yardımcı olabilecek olan, hem Kıbrıs’ın güneyinin hem de Türkiye’nin sosyal temas örgülerini modelleyen çalışmalar temel alınarak, ülkemizin aile ve sosyal temas yapısında bunun gerçekçi olup olmadığı çalışılmalıdır.

 

Şahsi olarak düşüncem, özellikle Karpaz ve Lapta bölgelerinde yaşananların ışığında, bu uygulamanın gerçekçiliğinin çok ciddi bir soru işareti taşıdığı yönündedir.

 

Bir diğer önemli nokta, COVID-19 geçirenlerin kalıcı bağışıklık kazandığına dair düşüncedir. Herhangi bir bağışıklık temelli stratejinin temelinde yatan bu noktadaki sorun, betakoronavirüslerin bazılarının (HKU-OC43) gibi yalnızca bir yıl boyunca bağışıklık sağlamasıdır. Bu doğrultuda SARS-CoV-2’nin de yıllık veya birkaç yılda bir olacak şekilde dolaşıma girebileceği öngörülmektedir.

 

Böylesi bir senaryoda, temas takibini sistemli bir şekilde gerçekleştirebilmek de hayati bir önem taşımaktadır. İlk dalga sırasında temas takibi, insanüstü efor sarf eden bir ekibin çalışmasıyla mümkün olmuş, bu ekip salgının yoğunlaştığı günlerde çok zorlanmıştı. Toplu etkinliklerin devam edeceği bir ortamda temas takibinin çok daha zorlaşacağı ortadadır.

 

Bu kapsamda dijital dünyadan yeterince faydalanılmadığı göze çarpmaktadır. Örneğin Sağlık Bakanlığının bazı mekânlarda göze çarpan QR kodu uygulaması yaygınlaştırılmalı ve uyulması sıkı bir şekilde denetlenmelidir. Ülkeye gelenlerin belli bir süre takibini sağlayacak bir telefon uygulamasını indirmeleri gibi önlemler düşünülmelidir.

 

Sonuç

Mevcut şartlar altında, 1 Temmuz’daki uluslararası seyahate açılmanın beraberinde getireceği risklerin yeterince yönetilemeyeceği ve listenin bilimsel kriterlere göre oluşturulmadığı endişesi çok güçlüdür. Açılışın en azından ertelenmesi gerekmektedir. Potansiyel can kayıplarının da düşünüleceği projeksiyonlarla, bilimsel çevrelerin en üst düzeyden katıldığı bir toplumsal tartışmanın ivedilikle başlaması gereklidir. Kontrollü bulaş senaryosu ise, kanımca mevcut şartlar altında yeterince sağlam olmayan bir bilimsel temele sahip ve önlenebilecek ölümlere neden olacak bir senaryodur ve özellikle de sağlık sistemimizin durumu da göz önüne alındığında kaçınılmalıdır.

 


 

Referanslar

Bilgilerin kaynağı metin içi bağlantı olarak verilmiştir.

 

Kapak fotoğrafı için tıklayınız.

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir