Platon’un ruhu ve Afrodit’in bedenine sahip olduğu söylenen İskenderiyeli Hypatia, MS 5. yüzyılda yaşamış filozof, astronom ve ilk kadın matematikçi olarak bilinir. Bilimin ve düşüncenin cinsiyeti olmadığının simgesi hâline gelmesini yaşadığı çağın bağnaz, sığ düşünceleri ile dogmatik inançların yarattığı karanlıkta, bilime ve akla olan bağlılığına, araştırma ve sorgulama yetisine borçludur. Âdeta Orta Çağ’ın hem toplumsal hem de bilimsel açıdan ışığı olmuş, kendi aklının ürettiği düşünceleri ifade etmekten, savunmaktan çekinmemiş ve dönemin tüm baskılarına rağmen halka bunun önemini aktarmaktan canı pahasına da olsa vazgeçmeyerek hem bilim hem düşünce tarihine geçmiştir. Böylece de o güne kadar insanlık tarihi boyunca tek bir cinsiyetin düşünce alanını domine etmesinin normalliği ve alışılmışlığına meydan okuyarak sözde var olan dengelerin dağılmasını sağlamıştır.
O dönemler kültür, ticaret ve bilim merkezi olan İskenderiye’nin meşhur kütüphanesi ve üniversitesinde yer alan birçok bilginden biri de üniversitenin başındaki, Hypatia’nın babası, matematikçi Theon’du. Hypatia’nın olduğu kişinin oluşumunda büyük rol oynayan babası gibi o da doğal bilimler üzerine dersler veriyor ve Platon, Öklid ve Aristo’nun fikirlerini yorumluyor ve tartışıyordu. Ayrıca gök cisimlerinin kategorilendirilmesinde, hidrometrenin keşfinde ve sıvıların yoğunluğunun ölçümü gibi alanlarda da önemli katkıları bulunmuş ve bilimi ileriye taşımıştır. Hypatia’nın çözümünü en merak ettiği sorulardan biri ise Dünya’nın mı yoksa Güneş’in mi sabit olarak evrenin merkezi olduğuydu. Hypatia çağını fazlasıyla aşan bir kadındı; Dünya’nın Güneş etrafında elips çizerek döndüğü teorisini ilk ortaya atmasının üzerinden 1200 yıl geçtikten sonra Kepler’in gezegensel hareket yasalarıyla matematiksel olarak gezegenlerin hareketleri tanımlanmıştır.
Kentteki resmî dinin Hristiyanlık olarak kabul edilmesiyle Yahudiler ve Paganlara karşı saldırılar başlamış ve inançsızlık merkezi olarak gösterilen İskenderiye Üniversitesi ve Kütüphanesi ile Serapis Tapınağı’nı yok etme girişimlerinde bulunulmuştur. Toplumsal gerginliğin arttığı bu dönemde Hypatia geleneksel inançların hayatı tıkama noktasına sürüklediğinin farkındaydı. İnsanların kaderlerini kabullenip liderlerinin emirlerine sorgusuz sualsiz itaat etmelerinin istenmesi toplumundaki her bir bireyi düşünsel bir köleden ibaret kılıyordu. Hypatia ise her şeyin bir çözümü olduğunu düşünüyor ve bunun da insanın kendi elinde olduğunu ifade ediyordu. Bizi birleştirenlerin bizi ayıranlardan daha fazla olduğunu savunan Hypatia, halka “düşünme haklarını saklı tutmalarını”, bir fikrin sorgulamadan ve üzerinde düşünmeden kabul edilmemesi gerektiğini, aklın insanın kanatları olduğunu ve beynini kullanmayı öğrenemeyen bir toplumun kafatasının içindeki bir buçuk kiloyu taşıyan bir hamaldan bir farkı olmayacağını anlatmaya çalışıyordu.
“Düşünme hakkınızı saklı tutun çünkü yanlış düşünmek hiç düşünmemekten daha iyidir.“
Düşünmeyen bir toplumun varlığı ve özgürlüğü sadece laftan ibarettir. Öte yandan, yanlış da olsa düşünmek, bir düşüncenin değişebileceği, esneyebileceği umudunu taşır. Bir insan düşünmeye başladı mı bir düşünce diğerini doğurur ve insan dünyayı birkaç adım geri çekilip yeniden görmeye başlarsa bu geriye gidiş ileriye doğru bir sıçrayışa dönüşme potansiyelini taşır. Buna ek olarak, Hypatia esaret ve cesaretin arasındaki ince çizginin varlığından bihaber toplumun gözünde esaretin sadece dört duvar arasında olmadığını göstermek ve düşünsel kısıtlamalara boyun eğmemeleri gerektiğini belirtiyordu. Hiçbir birey dilsiz bir gölgeden ibaret olamazdı, olmamalıydı. Çünkü her bir birey bir diğerini etkiler ve toplumu da belli bir yöne sürüklerdi. Hypatia’nın gösterdiği cesaret, tutarlılık ve kendinden emin duruşu onu esarete mahkûm etmeyi imkânsız kılıyordu. Siyasi erdemleri ile de göz önünde bulunmayı başarıyor ve hem halka hem de ileride Synesius gibi filozof olacak öğrencilerine ilham veriyordu.
Hele de bir kadın olarak bunları yapması, Hypatia’yı başında başpiskopos Aziz Cyril’in geldiği dönemin din liderlerine karşı ciddi bir tehdit hâline getirdi. Halkın uyanmasından, güç sahiplerinin düşüncelerinin sorgulanmaya başlamasından korkan liderler İncil’de kadının toplumdaki yerinin uysallık ve sessizlik ile bağdaştığını belirten sahte eklemeler yaparak halkı hurafelerle ve baskılarla korkuttular, susturdular. Sadece bununla da kalmayıp, Hristiyan olmayanların hedef alındığı kanlı saldırılar ve sürgünler için Hypatia’yı sorumlu göstererek onu putperest ve cadı olarak damgaladılar. Bunlar yetmedi, insanlığın yüzyıllarca geriden gelmesinin sebebi olarak gösterilen İskenderiye Kütüphanesi yangınında Hypatia’nın yazdığı kitaplarla birlikte diğer bilimsel birikimler yakıldı. Mart 415’te fanatik bir grup tarafından kendisine karşı kışkırtılan halkın gözü önünde taşlandı, saçlarından sürüklenerek götürüldüğü kilisede midye kabukları ve cam parçalarıyla lime lime edildi ve yakıldı. Voltaire’in sözleri ile “bağnazlığın kurbanı” oldu, ölümü “sorgulama özgürlüğünün yok ediliş sembolü” hâline geldi. Feminist sanata da konu olan Hypatia’nın vahşice katledilmesi bir bilim insanı ve filozofun ölümünden de öte, insanın karanlıkla olan savaşında bir dönüm noktası ve söndürülen bir ışık kaynağı olarak kabul edilir.
Aradan yaklaşık olarak 1600 yıl geçmiş olmasına rağmen günümüzün toplumlarında da benzer sorunlar karşımıza çıkıyor ki bu da şüphesiz Hypatia’nın mı çok ileri görüşlü olduğu, yoksa insanlığın mı çok yavaş ilerlediğinin (hatta bazen gerilediğini bile) çelişkisini ortaya çıkarıyor. İnsanlığı aydınlığa kavuşturmak uğruna kendini yakarak topluma ışık olanlara karşı oldukça net bir sorumluluğumuz var: Yaktıkları bu ateşi söndürmemek için mücadele etmekten, düşünmekten, düşündüklerimizi ifade etmekten hiç vazgeçmemeliyiz.
“Çünkü özgürlüğün yegâne anahtarı insanın düşünebilmesidir.”
Referanslar
Hypatia. (2020). “Yanlış da Olsa Düşünmek Hiç Düşünmemekten Daha İyidir”. Destek Yayınları. Editör: Şener, Y.
Kapaktaki fotoğrafın tüm hakları Milliyet gazetesine aittir. Haber linki için tıklayınız.