Buğday’dan Notlar (4): Tutku Neydi?

Güneşin artık yakmadığı, rüzgârın biraz daha serin estiği bir pazar günüydü. Delikanlı, en sevdiği köşesine oturmuş, güzel bir sonbahar güneşi etrafında dans eden bulutları izliyordu. Elinde kahvesi, kitabı ve not defteri ile düşünceli bir ruh hâli içerisindeydi. Mevsim değişimleri, onun için her zaman keyif verici olmuştur. Ama en çok sonbaharın gelişi içini kıpır kıpır eder, çünkü sonbahar yeni başlangıçların zamanıdır.

 

Havaların serinlemesiyle, düşünmek daha bir mümkün olmaya başlar. Yaz sıcağının boğuculuğu arasında ertelenen kararlar birer birer nihayete kavuşur. Ama bu dönem çok daha farklı diye düşündü delikanlı. Çünkü, koronavirüs pandemisinin devam ettiği koşullarda, zor bir kış bizi bekliyor. Bir an için bu düşüncelerden sıyrılarak, kahvesinin soğumaya başladığını fark etti. Bir yudum aldı ve derin bir nefes alarak gökyüzüne doğru baktı. Ancak çok geçmeden, gürültülü bir köpek sesiyle irkildi. Heyecanlı bir köpek, geçen kedilere sataşıyordu. Biraz sonra orta yaşlı, gözlüklü ve şapkalı birisinin etrafı fotoğraf çekerek yürüdüğünü fark etti. Uzun zamandır yabancı birisini görmemiş olduğundan olacak ki bu durum çok garibine gitmişti. Turist olma ihtimali bir hayli yüksek olan adamcık uzaklaştıktan sonra, onun fotoğraf çektiği binalara yeniden göz gezdirdi. Farklı açılardan fotoğrafını çektiği tek bina, Buğday Camii’ydi. Yaşamı boyunca çok farklı kullanım amaçlarına hizmet eden bina, yüzyıllardır ihtişamını koruyordu. Delikanlı, “Kim bilir buradan kimler geçmiştir ne olaylar olmuştur?” diye düşünmekten kendisini alamadı.

 

Daha sonra, uzun zamandır yarım bıraktığı kitabını açarak kaldığı yeri bulmaya çalıştı. Birkaç saniye sonra, işaretlediği yeri bulmuştu. Ancak, okuduğu ilk cümle yeniden duraksamasına sebep oldu.

 

“Benim gibi tutkusuz yaşayan birisi için, seni sevmek hep tutkuyu hatırlatır…”

 

Delikanlı, bu cümleyi okuduktan sonra, yerinden kalktı, biraz yürüdü ve karşı duvara oturdu. Sokağın öteki tarafında biribirleriyle oynayan yavru kedileri bir süre izledikten sonra defterini açarak şu cümleleri not düştü.

 

“…tutkusuz hayat nasıl geçer ki?”

 

Delikanlı, notunu aldıktan sonra hızlıca defterini kapatıp yerinden kalktı. Bir süre, Buğday Camii’nden Eski Köşk’e kadar uzanan meydanda gidip geldi. Bazen düz bir çizgi üzerinde gidip geldi, bazen de yuvarlak çizerek yürüdü. En sonunda yeniden eski yerine oturunca, bu kez bir endişenin tüm vücudunu sardığını fark etti. Tutku dediğin neydi ki?

 

Dahası, delikanlı hakiki bir tutkusu olup olmadığından emin değildi. Arkadaşları onu heyecanlı ve pozitif mizacıyla bilirlerdi. Delikanlının dostları, onun için her zaman inandığı ve sevdiği şeyin peşinden koşan birisi olarak bahsederler, bazen de inatçı olduğu söylenirdi.

 

Çünkü, sevdiği şeyler için ısrarla uğraşır dururdu günler bazen de aylarca. Evet öyleydi ama yine de “Tüm bunlar tutkulu bir hayat yaşadığımı gösterir mi?” diye düşünmekten kendisini alamadı.

 

Delikanlı yerinden kalkarak kahvesini tazeledi ve yeniden kitabı okumaya devam etti. Hiç farkında olmadan, kendisini tutku üzerine hararetli ama bir o kadar da sımsıcak bir diyaloğun içerisinde buldu. Hayat, hiç şüphesiz garipti. Öğrenecek ve tanıyacak ne kadar çok insan var diye düşünmekten kendisini alamayarak, yeniden kitabına odaklanmaya çalıştı. Ancak, vakit akşam olmuştu. Dünya telaşı, yapılması gereken işler ve batan güneş kitap okuma keyfine devam etmesi için engeldi. Delikanlı, tutku da neymiş, işler bekliyor işler diyerek dükkâna geri girdi…

 

“çiçekli badem ağaçlarını unut.

değmez,

bu bahiste

geri gelmesi mümkün olmayan hatırlanmamalı.

ıslak saçlarını güneşte kurut

olgun meyvelerin baygınlığıyla parıldasın

nemli, ağır kızıltılar…

sevgilim, sevgilim,

mevsim

sonbahar…”

– Nazım Hikmet

 


 

Fotoğraf: freephotocc, Pixabay.

 

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir