Türkiye ile İlişkimiz Üzerine Bir Deneme: Tarihsel Süreç

Türkiye ile Kıbrıslı Türkler arasındaki sancılı ilişkiyi anlamak için bu ilişkinin kökenine inmek istendiğinde sürekli olarak daha da sancılı hâlde duran olaylar bütünü ile karşılaşmak mümkündür. 16. yüzyılda daha İstanbul’un kudreti, inancı ve devleti tam olarak Anadolu’da benimsenmemişken Anadolu’dan koparılan Türk halkının Osmanlı Devleti ile ilişkisi İstanbul’dan atanmış yöneticilerle memurlar ve onların uyguladığı vergilerle kanunlardan ibaret kalmıştır.

 

1878’de ada İngiltere’ye devredilirken geride kalındığında, 1923’te yeni devlet kurulup “Anadolu’ya dönün” çağrısı yapıldığında veya “Bizim Kıbrıs diye bir meselemiz yoktur.” cevabı ile karşılaşıldığında çok kez göçe teşvik edilen Kıbrıslı Türkler Necati Özkan ve Fazıl Küçük gibi liderlerin de çabasıyla adadaki varlığını sürdürme kavgasına devam edebilmişlerdir. Varlığını sürdürmek için her daim mücadele etmiş bu toplum Türkiye’nin NATO’ya girmesiyle güç kazanmış, Türkiye’de adadaki Kıbrıslı Türk varlığına istinat ederek Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurulması ile ada üzerinde oldukça önemli haklar elde etmiştir. Tabii bu sürece kadar adadaki Kıbrıslı Türklerin kaderine terk edilmesi ve Türkiye liderlerince Anadolu’ya göç ettirilme çabası adadaki Kıbrıslı Türk nüfusunu ekseriyetle daraltan bir faktör olmuştur. Buna ek olarak dünya savaşları sonrası gerek İngiltere’ye gerekse İngilizce konuşan Amerika, Avustralya, Kanada gibi ülkelere toplu hâlde yapılan göç dalgaları da bu durumu hızlandırmıştır. Adada kalan ve özellikle 30’lu yıllardan sonra Kemalizmi rahatlıkla benimseyen topluluk bugünkü nüfusun önemli bir parçasını oluşturmaktadır. İşte bu torunlar ile bugünkü Türkiye nüfusu arasındaki adı konulamayan sevgi ve gerginlik ikilemi 63 öncesinde bu durumları göz önünde bulundurarak incelenmelidir.

 

1963 olaylarında bir iç savaş durumundayken Kıbrıslı Türklerin hamisi durumunda olan garantör devlet Türkiye’nin etkisizliği -her ne kadar TMT’ye yapılan ciddi yardımlar bir nebze biliniyor olsa da- bir hayal kırıklığı oluşturmuştur. 4 Haziran 1878’den başlayarak 19 Temmuz 1974’e kadar gelen süreç ille de bir ana-yavru ilişkisi ile açıklanacaksa ortada yavrusuna bir türlü sahip çıkamayan bir ana ile buna her ne kadar kızarsa kızsın anasını büyük bir umutla bekleyen ve hayatta kalmaya çalışan bir yavru olduğu söylenebilir. 20 Temmuz’un sonrası ise bambaşka bir ilişki dinamiğidir. Her şeyden önce hissedilen en büyük duygu şükran duygusudur. Bugün dahi her ne olursa olsun bu şükran duygusu bütün hissiyatın formasyonunu şekillendiren bir meseledir. Ben Kadir Mısıroğlu’nun Kurtuluş Savaşı için sarf ettiği “keşke Kurtuluş Savaşı kazanılmasaydı” sözlerini 20 Temmuz Harekâtı için söylemiş bir Kıbrıslı Türk görmüş durumda değilim. Ancak özellikle sınırın çizilmesinden sonra uygulanan politikalar ve atılan yanlış adımlar iki halk arasındaki gerginliğe farklı boyutlar katmıştır.

 

Hayatını Kıbrıs’taki Kıbrıslı Türk mücadelesine atamış Fazıl Küçük’ün Ağustos 1977’de yazdığı “Yaşlı karı-kocayı bağlayıp döven eşkıyaların büyük vurgunu” başlıklı yazı ise 1974 sonrası uygulanan sistemin başta iskân politikaları olmak üzerine nasıl geri teptiğine dair maalesef ırkçılık boyutlarına varacak bir örnektir. İşte bu noktadaki öfke belki de bugün dillere pelesenk olmuş “siz bizi sevmezsiniz” cümlesine öncülük etmektedir. 1974 sonrası adaya (kimisi zorla) göç ettirilen Anadolu toplumu içerisindeki bazı kişilerin yaptığı yanlışların hesabı kimine göre bu grubun bütününe kesilmiştir. Aynı zamanda siyasilerin bir kısmının bu gruba kendi siyasi çıkarları uyarınca takındıkları manipülatif tavırlar da bundan illallah edenlerin tepkilerini manipülasyona taraf olanlardan ziyade  yine bu gruba ve bu grubun adadaki varlığına çevirmesine sebep olacaktır. Bunun yanında adadaki politik hayata mütemadiyen yapılan Ankara kaynaklı (ya da Ankara kaynaklı olduğu iddia edilen) müdahaleler de göz önünde bulundurulduğunda Ankara karşıtı söylemler de kendisine bir karşılık bulmuştur.

 

Tabii tarihsel sürecin yanında bugün Türkiye’de dizayn edilen toplum modeli ile adanın yapısı kıyaslanınca ortaya çıkan kan uyuşmazlığı da ister istemez etkili olan bir durumdur. Madalyonun diğer yüzünde de bir kesimi Kıbrıslı Türklere karşı derin öfke sahibi olan bir halk söz konusudur. Bedel ödenmek suretiyle bir savaş sonucu kurtarılan bu küçük topluluğun idareye karşı gösterdiği tutumun şükran dışında herhangi bir şey olması bazıları için kabul edilebilir bir durum değildir. Tarihsel olarak yukarıda bahsedilen kopukluklar ve çarptırmalarla oluşan bu algı Kıbrıs’ın yerini dahi haritada gösteremeyecek kişilere ada üzerinde bedel ödeyip hak elde ettiği iddiasının pompalanması ile oluşmuş olabilir. 1974 döneminde afyon ticaretinin yasaklanmaması ile gelen ambargolar ekonomik daralmayı sağlarken bu ekonomik daralmayı millî bir mesele olan Kıbrıs’a bağlamak muhtemelen o günün siyasi konjonktüründe fayda sağlamaya açıktır. Bu da ister istemez o dönemki ekonomik daralmadan zarar gören kişiler bünyesinde bir “bedel ödemiş” hissiyatı yaratabilir. Tarihsel süreç değerlendirildiğinde ilişkinin temelinden gelen birtakım problemler gözlemlemek pek de zor değildir. Haftaya “bugün” gözlemlenirken tarihte yaşananların da etkisinin yadsınamaz durumda olduğunu görmek zor olmayacaktır.

 


 

Fotoğraf için tıklayınız.

 

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir