(La casa de papel “spoiler”i içerir.)
Hayat ve benliği anlatırken en çok işlenen tema, yolculuk olmalı. Tasavvuftan tut tüm modern anlatılara kadar hayatın bir yolculuk olduğu ve insanın yol sırasında kendini keşfettiği anlatılır. Belki de kendimizden bir parça bulduğumuz için, Âşık Veysel’in meşhur şiiri hepimizin dilindedir:
“Uzun ince bir yoldayım
Gidiyorum gündüz gece
Bilmiyorum, ne hâldeyim?
Gidiyorum gündüz gece…”
Hayat yolunda giderken uğraştığımız en mühim mesele, insanın kendini tanıma ve bulma çabasına aittir. Kimisi ha babam kendini arar durur, kimisi kendini aramadığı için mutsuz olur, kimisi kendini aramamak için başka meşguliyetler edinir.
Günümüzde, kendini arama meselesi bir mümkünlük içerse de geçmiş zamanlarda bunu çok az insan yapabiliyordu. Çünkü vakit tasarrufu yaratan teknolojik imkânların yokluğunda insanlar tüm gün yemek ve kalacak yer için çok fazla çalışıyordu. Hâliyle, kendini arama gibi bir dürtünün peşinden gitmek sadece zenginlere ait bir lüks hâline geliyordu.
1960’lara geldiğimizde durumlar biraz daha rahatladı. Boş vakit imkânı, teknolojinin de yardımıyla geniş kitlelere ulaşmaya başladı. 1968’in çiçek çocukları, kendini aramak için yollara çıktı, seyahatler yaptı.
Kıbrıs’a gelecek olursak, internetin yayıldığı ve imkânların biraz daha iyileştiği son 15 sene içerisinde ciddi değişimler yaşandı. Bu değişimlerin öncesinde yaşayan gençlerin önemli bir kesimi, üniversiteyi bitirir bitirmez evlenip düzenli bir işe giriyorlardı. Genellikle,evlenen çiftlere “Bir yastıkta kocayın.” denir. Ancak, kendilerini aramak ve tanımak için yeterli imkân ve ortamı olmayan insanların yaptıkları evliliklerin, bugün su yüzüne çıkan boşanmaların önemli bir sebebi olduğunu düşünüyorum. Çünkü gençlikte deneyimlenmeyen tecrübeler ve sorgulamalar genellikle orta yaş döneminde meydana çıkıyor diyebiliriz. Benzer bir örneği yapılan iş için de verebiliriz. Benzer bir örneği, aynı iş yerinde otuz sene çalışıp hayat enerjisini yitiren insanlardan da verebiliriz. Zannederim ki fiziken ve ruhen sürekli değişirken hep aynı yerde kalmak, insanoğlunun doğasına aykırı bir durum.
Günümüzde, yirmili yaşlarını yaşayan gençlerin önemli bir kısmı rutin bir hayata geçmeden önce gezmek, dolaşmak istiyor. Farklı insanları tanımak istiyor. Ancak bu şekilde kendini bulabileceğini ve tanıyabileceğini düşünüyor. Vakitten tasarruf ettiren teknolojik imkânlarla elimize geçen daha çok boş zaman ve internet sayesinde bilginin daha hızlı yayılması, insanın içinde olan benliğini bulma dürtüsünü daha da açığa çıkartıyor denebilir.
Buraya kadar her şey berrak gibi gözükse de, meselenin bulanık tarafları da yok değil. Mesela insan kendini bulunca bulduğu şeyden mutlu olur mu? Eğer mutsuz olunacaksa bu arayış beyhude bir arayış mı?
Öyle ki, kendimizden kaçmak için ürettiğimiz o kadar çok meşgale var ki, çoğu insanın bunun (benlik arayışının) anlamsız olduğuna kanaat getirdiğini düşünmemek işten bile değil. Bunun en önemli sebebi galiba kaygı dolu olmamızdır. Bu duygu bizi korkuttuğu için sürekli bir konfor alanı oluşturmaya çalışırız. Bir başka etken de, kendini bulmanın o kadar kolay olup olmadığı olabilir. Herhâlde, “bir ben vardır benden içeru” diye boşuna dememiştir Yunus Emre. Bunları düşünürken aklıma Can yücelin malum şiiri geliyor:
“20 yaşında ben,
35 yaşımda ben,
40 yaşımda ben ve
bugünkü ben dördümüz.
Birden 20 yaşımı, 35 yaşımın karşısına oturttum.
40 yaşımın karşısına da, ben geçtim.
Yirmi yaşım, otuz beş yaşımı tutucu buldu.
Kırk yaşım ikisinin de salak olduğunu söyledi.
Yatıştırayım dedim.
-Sen karışma moruk- dediler. Büyük hır çıktı.
Komşular alttan üstten duvarlara vurdular.
Yirmi yaşım kırk yaşıma bardak attı.
Evin de içine ettiler.
Bende kabahat.
Ne çağırıyorsun tanımadığın adamları evine…”
Bazen asla yapmayız dediklerimizi uygun ortam ve insanlar olunca yapabiliyoruz. Bazen çok iyi yaptığımız şeyleri yapamamaya başlıyoruz. Zaman zaman, çok emin olduğumuz bilgiler ve kişiler değişiyor. Bazen kusursuz bir aşk, toksik bir ilişkiye dönüşüp tepetaklak son buluyor. Tüm bu gelgitler ve değişimler “Hakikat nedir, gerçekte ne oldu?” sorusunu akıllara getiriyor. Yani, Can Yücel’in şiirinde bahsettiği kişiliklere dönecek olursak; hangisi gerçek Can Yücel’dir? Genç versiyonu mu benliği hakkında daha fazla hakikati yansıtır, 35 yaşındaki versiyonu mu veya şimdiki versiyonu mu?
***
Tam bu noktada, geçen hafta beşinci sezonunu bitirdiğim La casa de papel aklıma geliyor. Dizinin son bölümünde can vermek üzere olan Tokyo, Rio’ya hüzünlenmemesi gerektiğini söyler. Çünkü, bugün Rio’nun geri kalan hayatının ilk günüdür. Bunları söylerken, soygunda vurulan eski sevgilisini hatırlıyor ve şöyle diyor: “Her insanın birden fazla hayatı vardır…”
Tokyo, bir aşk ve bir hayat olduğuna inanmıyor. Birden fazla hayat, birden fazla aşk ve birden fazla mutluluk olabilir diyor. Aynı şekilde, Can Yücel ise yukarıda alıntıladığım şiirinde, geçmiş versiyonlarından dört farklı adam olarak bahsediyor.
Sanırım her dönemin koşulları altında başka insanlara dönüşüyoruz. Başımıza gelen her olay, tanıştığımız her kişi bize bir iz bırakıyor ve geleceğimizi şekillendiriyor. Yani sıradaki hayatlarımızı, yani yolun devamını belirliyor.
İnsanın hayat macerasına göre, daha durgun veya daha hareketli bir yaşamı olabilir. Ama sanırım, esas mesele yolda olduğumuzu unutmamakta gizli.
Fotoğraf: JOSHUA COLEMAN, Unsplash.