Nereye Kadar Van Gogh ve Picasso? Sanat Anlayışımızı Limitleyen İnançlar

Neden çoğunlukla Batı medeniyetleri içinde sanat, tarih boyunca ayrıcalıklı bir sosyal sınıf tarafından sahiplenilip daha geniş bir cepheye ulaşamamıştır? Böyle kompleks bir sorunun potansiyel cevaplarını ararsak, bu konuda bir mesafe kaydedebiliriz.

 

Picasso ve Van Gogh gibi meşhur kişiliklerin olan takdir sanat dünyasını bir nevi topluma açsa da, bu kişiliklerin etrafında yaratılmış kutsallık sanatı bizden uzun vadede uzaklaştırıyor. Bu ressamları tanrısal kişilikler olarak görerek, sanatın sadece insan üstü tapılası varlıklar tarafından yapılabileceğine bilinçaltı seviyesinde inanmaya başlarız. Böyle bir inanca çare, bildiğimiz sanatçı sayısını, bu sanatçıların biyografik bilgileri ve tarih boyunca farklı sanatsal çalışma metotları hakkında malumatımızı genişletmek olabilir. Bunun sonucunda çıkarabileceğimiz anlam, sanatçı olmak için homojen bir kod olmadığıdır. Popüler medyanın “Lust for Life/Ölmeyen İnsanlar” gibi filmlerde sürekli vurguladığı gibi sanata yatkın kişilerin Van Gogh gibi ruhsal, psikolojik ve ekonomik anlamda kötü bir pozisyonda olmaları veya Picasso gibi uyuşturucu bağımlılığına eğilimli olup, aforoz edilmiş kişiliğe sahip olma zorunlulukları yoktur. Kısacası, yaratıcı kişilikler birçok farklı arka plana sahip olabilir ve popüler inancın aksine etkileyici eser yapmaları için, kendi içlerinde duygusal acı çekmeleri bir gerekçe değildir. Tam aksine, böyle ideolojilerin sosyal medyada altını çizerek, sanat branşına dalmak isteyen gençlerin psikolojik altyapısına böyle yanlış bir çerçeveye uymayı itiyoruz, böylece zımnen ruhsal bozuklukları, acı ve üzüntü hislerini empoze etmiş oluyoruz.

 

Düşünmemiz gereken bir diğer husus ise, sanat denilebilecek cisimlerin sınırları. Fetine Sel Tüzel’in belirttiği gibi sanat anlayışımız realist yağlı boya ve kara kalem ile sınırlanabiliyor: “Klasik bir yağlı boya resmi görmüyorsak ‘anlamsız’ diyoruz.”[1]

 

Kara kalem çizim eğitimi sanat için iyi bir başlangıç noktası olsa da, gerçek hayatı iki boyutlu bir yüzeye kopyalayabilmek Rönesans zamanlarında verdiği etkileyici hissi 21. yüzyıl kitlesine veremiyor. 19. yüzyıldaki kameranın icadı ve şimdiki popülaritesiyle, günlük karşılaştığımız görselleri yakalamak bir telefon uzağımızda. Buna tepki olarak artık bizi zihinsel, duygusal ve fiziksel açıdan dürtebilecek olan herhangi bir obje, sanat olarak değerlendirilebiliyor. Sanat artık beyaz galeri duvarına asılması gereken bir tabloyla sınırlanamaz. Aşağıdaki verilen örnekler de bu fikirle yaratıcı biçimler kullanarak savaşıyor:

Fatma Bucak, “Damascus Roses” (2017)

 

Türkiyeli sanatçı, Suriye’ye endemik olan, savaştan dolayı soy tükenmesine yaklaşan damask gülünü kurtarmayı kendine proje olarak seçmiştir. Ülkeden ülkeye tohumları taşımaya çalışırken yaşadığı zorluklar sonuncunda bu tohumlar, sergilendiği galeride fidan açmaya başlamıştır. Tabii, bu arka hikâyeyi bilmeden, galeride toprak bloku ve büyüyen bitki türü görünce insan, ön yargıyla karşılamamayı zor buluyor. Fakat, bu dar mantalitemizi yendiğimiz anda, önümüzde olanın kayboluştan kurtulan, nadir bir bitki türü olduğunu fark edip, harcanmış emeğe ve düşünceye saygı duyabiliriz.

 

Martin Creed, “Work No. 227: The lights going on and off” (2000)

 

Creed’in Turner Ödüllü parçası, İngiltere ve dünya çapında, neyin sanat olabileceği hakkında büyük tartışma yaratmıştır. Bu eser sadece boş bir odada ışıkların sürekli yanıp sönmesinden ibarettir. Saçma duyulsa da ışığın yanıp sönüşü, bizi basitçe olduğumuz odayı, çevremizi ve odada fiziksel var oluşumuzu düşünmeye davet ediyor. Günlük hayatımızda o kadar renk, form, ses ve hareketle bombalanıyoruz ki böyle minimal bir atmosferin içinde olmak neredeyse meditasyonumsu bir deneyim olabilir. Bu dikkatlice düşünülmüş teskin deneyimini ancak sanattan uhrevi bir beklentimiz olmazsa yaşayabiliriz.

 

Marina Abramović, “Art Must be Beautiful, Artist Must be Beautiful” (1975)

 

Kendisi nispeten yeni gelişmiş olan performans sanatının öncüsü olarak bilinmektedir. Bu yapıtında “Sanat güzel olmalıdır, sanatçı güzel olmadır” diyerek şiddetle kendini tarar. Böyle bir eylem sanatın artık fevkalade şekilde organize edilmiş natürmort yada figür heykeli olmaktan çıkıp, “güzel” olma gibi bir zorunluluğu olup olmadığı hakkında düşündürür. Sosyolojik, politik ve çevresel açıdan karanlık zamanlarda yaşadığımız göz ardı edilemeyecek bir gerçektir. Sanat yapımı her zaman dünyada olanlardan etkilenip olaylara yanıt vermiştir. O zaman neden sanat şimdi latif ve gamsız olsun ki?

 

Belirtmeye çalıştığım şudur ki, “Sanat nedir?” ve “Kim sanatçıdır?” artık yanıtı bulanık olan sorulardır. Kapitalist hiyerarşinin yarattığı sosyal sınıflandırma sistemini, sanata empoze edip neyin değerli neyin değersiz olduğunu tanımlarsak, tehlikeli bir yönde ilerleriz. Parmak sayısı kadar belirli ressamları sürekli yüceltmekten ve farklı sanatsal ifadelerini entipüften görmektense, anlamlarını kavramaya çalışırsak sosyal ve entelektüel gelişime gitgide ulaşacağız.

 


 

Referanslar:

[1] Fetine Sel Tüzel, ‘Sanat Mı?’ (2016), http://tabella.org/2018/11/26/sanat-mi/

 

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir