1960’ta İstanbul’da doğdu, Kıbrıs’ın ilk kadın şairlerinden Pembe Marmara’nın ve psikiyatrist Sedat Baker’in oğluydu. Çocukluğunda yersiz yurtsuz bir yaşam sürdü, çocukluk döneminin çoğunu Lefkoşa’da, hayatının geri kalanını Ankara ve İstanbul’da geçirdi.
ODTÜ sosyoloji bölümünü bitirdikten sonra ODTÜ ve çeşitli üniversitelerde akademisyenlik yaptı, yedi tane dil biliyordu (teyit etmese bile bir arkadaşına göre 13); sosyoloji, felsefe, müzik, sinema tarihi, matematik ve daha onlarca alanda söyleyecek sözü ve inanılmaz derecede bir bilgi birikimi vardı. Sürekli Samsun 216 ve Rus votkası içerdi, öğrencileri bir ders boyunca bir paket sigarayı bitirdiğine şahit olmuştur, sinüziti olduğu için yağmurlu havalarda dersleri iptal olurdu…
Saçı başı dağınık, evsiz birinden farkı olmayan bir tarzı vardı, kemer yerine pantolonu düşmesin diye çamaşır ipi kullanırdı, kıyafetlerini asla bedenine göre almazdı, aynı kazağı ve pantolonu yıllarca giyerdi, arkadaşlarının zorlamasıyla yıkanırdı, gözlüğünün tek camı vardı ve tamire vermeyi “o benim sağlam gözüm zaten” diyerek reddederdi, ders anlatırken pür dikkat onu dinleyen öğrencilerinin dikkati o gözünü cam olmayan yerden kaşıyınca bozulurdu, arkadaşları gözlüğünü kaçırıp ondan habersiz tamir ettirene kadar tek camlı gözlükle dolaştı…
Sürekli kimlik ve pasaport kaybeder bu hâliyle annesini endişeler içinde bırakırdı, hamburger yerken akan soslara aldırış etmeden çalışmaya devam eder ama birileri hatırlatana kadar da yemek aklına gelmezdi, insanlar hoşlanmadığı bir konudan söz açarsa, başını usulca yere çevirir ve hemen oradan uzaklaşırdı, maaşını üç günde bitirir sonrasında ne yapacağını umursamazdı, arkadaşları ondan maddi manevi bir şey istediğinde tüm bireysel işlerini bırakır yardım ederdi…
Her zaman insanlar ile sohbet hâlinde oldu, kurduğu tüm iletişimlerde otorite tanımamazlığı ile dikkat çekti, bulunduğu her ortamda, katıldığı her sohbette daima Spinoza’dan bahseder ve her seferinde heyecanlanırdı, o sınır tanımayan, hiçbir coğrafyaya ait olmayan, tüm kalıplardan ve kavramlardan arındırılmış bir düşünceden ibaretti… Yani, düşüncesi olan bir bedenden ziyade, bedensel materyali olan bir düşünceydi. Kendi benliğini asla önemsemedi, zamanla bozulan sağlığına hiç aldırış etmedi, yaşamını âdeta bedeni yokmuşçasına sürdürdü, bu dünyaya ait hiçbir şeye önem vermedi…
Sanırım, yaşamı boyunca tam olarak olmasa da içerisinde bir nevi varlık gösterdiği tek kalıp Spinozist yaşam, algı ve yorum biçimiydi. Yaşamının çoğunu geçirdiği Türkiye’de felsefe ile ilgilenen kimseler tarafından ülkenin kaybettiği en önemli düşünür olarak görülmektedir. Aynı zamanda, 17. yüzyıl rasyonalist filozofu Spinoza’yı da bugüne kadar en iyi anlamış kişi olarak kabul edilmektedir. Spinoza’yı en iyi anlayan kişi olduğunu ise sürekli ondan bahsetmesinden değil, Spinoza’yı en iyi anlatan kişi olduğundan ve yeri geldiğinde kendisini anlatırcasına Spinoza’nın dilini kullanarak Spinoza’yı anlattığından anlayabiliyoruz.
Bu arada, adı Ulus’tu, Ulus Baker.
Oldukça farklı biriydi Ulus, ve farklı bir frekanstan konuşurdu, sakin ses tonuyla konuşmaya başladığında, gerçekten önemli bir şeyler dediğini hissederdiniz. Ulus’un yazılarını ve dediklerini anlamak çok güçtür, bu nedenle onu anlamayanlar tarafından cismani bir mit hâline getirilmiştir.
Ulus Baker efsanesi… Hayran olunası, tapılası ama katiyen anlaşılmaması gereken…
Ulus’un frekansına girebilmek için anlattıklarına dair öznel veya nesnel bir anlam getirmek yeterli olmaz, aynı zamanda bize sunduğu materyalin “sunuş” biçimini de incelememiz gerekir. Yani, söylediklerini anlamlandırabilmek için nasıl dediğini anlamamız gerekiyor. Genel olarak onu ilk defa okuyan veya dinleyen kişiler, kullandığı dilin ağırlığından yakınarak anlamamalarını buna yüklemeye çalışırlar. Evet, O’nu anlamak zordur, lakin bu zorluk, kullandığı dilin ağırlığından değil, sınırsızlığından kaynaklanmaktadır. Ulus’un anlatımsal akışı ise, daracık, önüne bir bent çekilip kontrol altına alınabilecek veya paçayı sıvayıp geçilebilecek bir akarsudan ziyade, ne diğer kıyısı, ne de dibi görülebilecek, çağlayan bir nehir gibiydi. Öyle bir anlatımdan bahsediyorum ki: Freud’un psikanalizinden bahsederken ya da Oedipus’una dair bir eleştiride bulunurken, ne olduğunu henüz kavrayamadan konuyu Marx’ın sınıf kuramına, oradan da Spinozist bir anlatı ile tanrı kavramının işleyişine vardırabiliyordu.
Ulus, yazdıklarını asla bir sınıra tabii tutmadı, bu nedenle yazılarını okurken sık sık hiç bitmeyecekmiş gibi bir hisse kapılırsınız. Bu rizom düşünce yapısının bir göstergesidir… Bu bağlamda, rizomlar (köksaplar) çok merkezli ve yataydır, birçok kesişen çizgiden oluşurlar ve düzlemsel biçimdedirler, rizomların başı ve sonu yoktur, sadece sereserpe uzanan çizgilerinin birleştiği ortaları yani merkezleri vardır. Böylece, Ulus’un birbirine bağladığı onca düşünce, edilmiş söz, tecrübe, filozof, antik çağ ve modern yüzyıl, sanat, sinema, müzik, felsefe, şiir ve ideoloji onu adeta rizomatik bir merkez hâline, belki de rizom’un ta kendisi hâline getirmiştir.
Ayrıca, Ulus’un çocukluğunu geçirdiği ve birçok travmasına ev sahipliği yapan Surlariçi’nin de merkezi Venedik Sütunu olan bir rizomu andırması bana kalırsa oldukça manidardır.
O’nun düşünce yapısı, hiyerarşiden arındırılmış ve kademesizdi, yükselip alçalan bir düşünce yapısı değil, dediğimiz gibi yatay ilerleyen, boyutlardan oluşan rizom düşünce yapısına sahipti. Bu nedenle Ulus’u okurken veya dinlerken kavramak ve bahsettiği epistemolojik veriler arasında bir bağlantı kurmak oldukça zordur. Zira Ulus, bir kerede anlayabileceğimiz bir insan değildi, ona ve ürettiği entelektüel materyale anlam verebilmek için uzun bir zamana ve sınırsız bir sorgulama kabiliyetine ihtiyaç duyarsınız.
Bunun nedeni ise: Ulus’un yaşamı boyunca yazdıkları, söyledikleri ve geriye kalan tüm eylemleri, birilerini etki altında bırakmaya ve bir takım oluşumları yönlendirmeye yönelik olmamasıydı, yani birileri tarafından anlaşılmak onun için pek bir şey ifade etmiyordu. Ulus’a göre: yaşamımızda ki her şeyi anlamak zorunda değiliz zaten, çünkü anlamak yaşamla kurabileceğimiz ilişkilerden yalnızca biridir.
Ulus’u anlamayanlar ordusuna, bugün maalesef Türkiye’deki akademisyenler de çoğunlukla dahildir, çünkü onlarda Ulus Baker figürünü sadece nesnel ögeler ve efsaneler üzerinden ele almaktadırlar…
Peki ya, Ulus’un son zamanlarda bazı sosyal medya ortamlarında kırık gözlüğü ve sigarası ile ün kazanmasına ne demeli?
Klasik bir Ulus Baker biyografisi onun dış görünüşünü efsanevi bir anlatım ile sunmaktan başka ne gerektirir ki zaten… Ha bir de Samsun 216 ve kaçak Rus votkasını unutmamak lazım…
Oldu, bitti, o kadar değil mi?
O’nun kazandığı bu ünün en samimiyetsiz ve toplumsal cehaleti öne çıkaran tarafı ise, sosyal medyada anlatılan hikâyesinin ve paylaşılan resminin altına yapılan yorumlar: “Allah rahmet eylesin”ler, “mekânı cennet olsun”lar falan filan… Oysa ben Ulus’un cennete gitmek istediğini hiç de sanmıyorum… Aslında, Ulus’un cenazesinde dua yerine Bandista grubunun çaldığını, toprağına su yerine votka döküldüğünü nasıl gözden kaçırdılar hayret ediyorum doğrusu…
Sahi, onlar da çizgi roman gibi kolayca bitecekler mi?
Ulus’u bir dakika bile dinlememiş, yazdığı satırlardan bir tanesini dahi okumamış binlerce insan… Onu kendi cennetlerine göndermeden önce anlamak için keşke biraz emek verselerdi… Eğer onu bir nebze bile okumuş olsalardı, Ulus’un Spinozist bir yorumlama ile “tanrı” ve “ölüm” konularında yazıp çizdiklerine rastlamış olacaklardı.
Sahi, ne diyordu Spinoza ölüm için?
Ölüm dediğimiz şeyi yalnızca bir şekilde tecrübe edebiliriz, bu ancak bir başkasının ölümü bireysel olarak tecrübe edişiyle mümkündür. Yani ölümü bizzat tecrübe edemediğimizden onun hakkında bir bilgi sahibi olamayız, ancak bir başkasının ölüm ile kurduğu ilişki sonucu ölüm hakkında kısıtlı bir bilgiye ulaşabiliriz. Bu konuda Spinoza’dan hareketle Ulus’un yorumu ise şu şekildedir:
“Canlı bireyin özünün değil varoluşunun sonlanışı olarak ölüm onun için bir hiçtir ve onun bilincine hiç bir kavram sunamaz. Başka bir deyişle bir hiç olan ölümü düşünmek bir hiçten ibarettir.”
Spinoza için tanrı ise, inanılacak bir kavram olmaktan ziyade, bilinebilecek bir kavramdır. Ulus bu tanımdan sıkça bahseder. Tanrı kavramının sadece uygulayan değil, aynı zamanda uygulamaya konulan bir kavram olduğunu da söylerdi Ulus.
Peki ya tüm bunlar ne anlama geliyordu?
Uygulayabilirliğini, uygulanışına borçlu bir kavramın uygunluğu ve uygulama kudreti nedir ( )… Soru işareti asla olmaz yoksa nice olurdu hâlimiz…
Eğer, Ulus Baker imaj olarak bilincinizde sizi bu türden sorgulamalara itecek şekilde oluşmadıysa ona ilişkin uhrevi bir söylem veya dilekte bulunmak ne anlam arz eder doğrusu bilemiyorum. Kaldı ki, bahsettiğim bu imaj bilincinizde oluştu ise zaten uhreviyetle bir alakanız kalmamış demektir.
Bunun üzerinde ısrarla durmamın sebebi ise: Yine Spinozist bir önermeden bahseden Ulus, bir fikrin de fikrini ve bir fikri de temsil edebilecek bir fikrin pekâlâ mümkün olabileceğini söylerdi. Yani, düşünce mefhumunun insan zihninde ne derece yetkin olduğundan bahsederdi. Aynı zamanda, düşüncenin, söz gelimi kurtarılması gereken bir şey olduğunu savunuyordu. Düşünceleri ve onların işleyiş biçimlerini bu derece ele alan bir adam için, düşünülmeden yapılmış tüm yorumlar yersizdir…
Aslında, Ulus’u uzun bir süredir okuyan ve üzerine düşünen biri olarak diyebilirim ki: O her zaman anlaşılacak biri değildi, “o” söz konusu olunca, bir noktadan öteye gidemeyen anlama eylemimiz, onu bazen de duyumsanması gereken biri hâline getiriyordu. Söz gelimi, duygulanımlar (affectus) ile bu denli ilişkili bir öykünün duyumsanması da gerekliydi belki de… Ulus’un doktora tezinde bahsettiği gibi, meseleler üzerindeki algı ve kavrayış biçimimiz medya ve televizyon tarafından yönlendirilebilir, dolayısıyla meseleler hakkında hissettiklerimiz de bu yönlendirmeye dâhildir, lakin sezgilerimiz hiçbir zaman yönlendirilemez. Bu çerçeveden bakıldığında Ulus’un neden “Yaşasın duygular ayaklanması!” diye serzenişte bulunduğunu sanırım anlayabiliyoruz.
Ulus’un meselelere yaklaşımı ise oldukça ilginçtir.
Ulus’un oldukça önemsediği meselelerden bazıları imajlar ve modern toplum kavramıydı. Ona göre modern toplum denilen şey, sanrıların, kanıların ve zannetmelerin salt etkisi altında kalmaktadır. Böylece, detay değil “genellik”, bilgi değil “inanç” toplum üzerinde yetkindir. Üretilen tüm materyallerin hayalperest bir çerçeve dâhilinde üretilmesinden söz eder. Bir başka deyişle, görmenin, okumaya tercih edildiği bir yapıya sahip olan modern toplumda, bireyler verilmiş olan bir takım soyut (İdeolojik…) ve somut (Medyatik imajlar…) materyaller ile yetinmektedir. Ulus, bu olgu için kısaca: “Kafaların içi kanaat koleksiyonu…” yorumunda bulunmuştu…
Doktora tezinin de ana hatlarını oluşturan “imajlar” meselesi üzerinde sıkça duran Ulus’a göre modern toplum için önem arz eden “şey”lerin tamamı, imajlardan ibaretti. Günümüz toplumlarında okuma oranlarının düşmesini ve izleme oranlarının artmasını da dolayısı ile imajlara bağlıyordu. Aynı zamanda, günümüz insanının, bir nevi daraltılmış bir dünyaya sıkışıp hapsolduğunu düşünür, bunu ise yine, insan üzerinde giderek güç sahibi olan teknolojiler aracılığıyla yapıldığını belirtmişti, ve aynen böyle eklemişti:
“…televizyon ile genel salaklaşma halinin, bilgisayar ile bir tür otizmin, iletişim kolaylıklarıyla ise bir tür çılgınlığın özdeş hale geldikleri bir dünyanın ortaya çıktığı besbelli. Ama sorun, bütün bunlarla ne yapılacağıdır.”
Bahsettiği meseleler, niteliksel olarak genellikle ya modern toplum hakkındadır ya da modern topluma atıfta bulunur. Mesela, “Türkiye’nin ‘Yerlisi’ Olmak” isimli makalesinde “muhafazakârlık” mefhumunun işleyişine dair öyle bir yorumda bulunur ki, muhtemelen bu konu hakkındaki bakış açınızı alt-üst eder. Ona göre, pekâlâ duygusal bir yaşantı süren muhafazakâr insan, sanılanın aksine geçmişin bekçisi değil, modern çağın bir olgusudur. Yani, geçmişin geleneklerini ve değerlerini muhafaza etmekten çok geleceğe yöneliktir. Söz gelimi, bugün muhafazakâr insanın tek derdi geleceği şekillendirmektir, Ulus’un deyimiyle: “Çocuklarım, toplumum, gelecek de benim yaşadığım gibi, benim arzuladığım gibi yaşasınlar ister.”
Onu daha iyi anlamak için, sadece ifade ettiklerine değil, içine attıklarına da bakmalıyız belki de.
Ulus’un erken gençlik döneminde yaşadıkları da oldukça ilginçtir… Kıbrıslıdır mesela ama gittikten sonra yaşamı boyunca neredeyse bir daha geri dönmemiştir. Oysa, okuduğunuz bu yazı bir Kıbrıslının biyografisidir…
Aslında, Ulus’un Kıbrıslı olduğunu belirterek O’nu ve ürettiklerini Kıbrıs’a veya Kıbrıslılığına yormaya çalışmıyorum, onun pekâlâ tüm kimliklerden arınmış ve hiçbir yere ait olmadığını biliyorum.
Lakin sormak zorundayım, Ulus neden gelmemişti Kıbrıs’a?
Her zaman bir başka öyküye ertelenmiş bu meseleyi açmak zorundayım…
Ulus, on dört yaşındaydı yasemin kokan bu yurdun savaş acılarına eşlik ettiğinde… Bilinmez….
Çocukluğunun mirası, ruhuna hapsettiği tüm savaş acılarını, bunalımlarını, hep bir başka öyküye ertelemişti.
Öyleyse bilmelisiniz artık…
Bu toprağın yaşadığı tüm travmaları görebilirsiniz onda, göklere asılmış bombalar düşmeden bu yurda, bilmelisiniz, önce evinin damını deşip, büyükannesinin birkaç santimetre yanından geçip, iki saat önce yatırıldığı yatağı delerek saplanmıştı bu toprağın bağrına…
O’nun tabiriyle: “Cviiiiift” gibisinden bir sesle düşen bomba… Patlamamıştı belki ama günler sonra çıkarılırken Ulus’un oradan Girne Kapısı’na kadar koşup kaçmasına sebep olmuştu…
Kara delikler bile işitti bu öyküyü hem de ıslanarak… Artık sizde biliyorsunuz…
Ne anlama geliyor tüm bunlar? Bilmiyorum…
Lakin benim tek bildiğim ve O’nu tanıyan herkesin de o gittikten sonra idrak ettiği gibi, Ulus’un hayatının yavaş bir intihar olduğuydu. Tıpkı bir yaştan sonra kendisini “s’est défenestré” yani balkon aşağı edip intihar eden Deleuze gibi, belki de bedenini Etna yanardağının lavlarına bırakan Empedokles gibi (kesin değildir fakat Etna yanardağı vardır ve atlanabilir), bu durumda Foucault’nun hayatına son vermemesinin tek nedeni, zaten hâlihazırda yakalandığı amansız hastalığın elbet bir gün onu öldüreceğini bilmesi miydi?
Sahi, neydi bu sorgulanmış hayatların yaşamla alıp veremediği?
…
Bugün yine düşünüyorum O’nu ve biliyorum artık bitirmem gerek bu öyküyü.
Çünkü…
2007’nin bir yaz günüydü, doğum gününe iki gün kala gitmişti hoca ve işte bu satırları yazan ben, bu dünyadan gidişinden on yıl sonra, bir bahar günü karşılaştım hocayla (Ne çalıyordu o sırada?), okudum ve tekrar okudum, dinledim ve tekrar dinledim, düşündüm ve tekrar düşündüm, hâlen daha düşünüyorum, sanırım bir nebze yaklaştım sesine, tonuna, düşüncesine…
Yaklaştığım yerden bakıyorum ona, ya görüyorum Ulus’u, ya görmüyorum,
bana uzak bir yerlerden, gözlüğünün camsız yerinden,
ya göz kırpıyor, ya kırpmıyor…
Sahi, iki tane kedisi vardı Ulus’un, ikisinin de adı “Psinoza”, neredeler şimdi?
** ** ** ** ** ** ** ** **
Değerli vakitlerini ayırıp bu yazıyı yazarken anılarını ve bildiklerini benimle paylaşan Fatma A. Sezer, Nilgün Ecvet Orhon, Bulut Ünvan ve Ediz Kanatlı’ya verdikleri emekten dolayı teşekkür ederim…
Kaynakça
Ulus Baker, Yüzeybilim Fragmanlar
Ulus Baker, Kanaatlerden İmajlara: Duygular Sosyolojisine Doğru
Ulus Baker, Aşındırma Denemeleri
Ulus Baker, Beyin Ekran
https://www.birgun.net/haber-detay/unutulmaz-bir-buckley-sarkisi-ulus-baker-170032.html
http://www.korotonomedya.net/kor/index.php?ulus_baker
http://www.birikimdergisi.com/guncel-yazilar/1073/ulus-baker-i-kaybedeli-dort-yil-oldu#.XGYkHFz7SUk
http://www.yeniduzen.com/kendi-golgesinde-yasayan-insan-ulus-baker-80559h.htm
http://www.yeniduzen.com/ulus-baker-yetkin-bir-dusuncenin-izinde-80563h.htm