Ben miyim yanılan, siz misiniz çok bilen?
Velveleye curcunaya hiç gerek yok.
Sizi size, beni bana bırakıyorum.
İnsan hiç aynadakine küsebilir mi? Belki kızar, hatta çokça kızar ama küsemez. Aynadakinden kaçmak ister ama yine aynaya koşar.
Leonardo da Vinci ortalama insanın “görmeden baktığını, duymadan dinlediğini, hissetmeden dokunduğunu, tat almadan yediğini, fiziki bilince erişmeden hareket ettiğini, koku bilincine ulaşmadan nefes aldığını ve düşünmeden konuştuğunu” söyler. Ne kadar da haklı değil mi?
Karşımızdakini sıramız gelsin diye dinliyoruz, anlamak için değil. Duymuyoruz aslında. Bazen kendi fikirlerimiz, düşüncelerimiz çok sesli olabiliyor ve dış dünyaya kapatıyor algımızı. Sadece dış dünyaya da değil iç dünyamıza da kapatıyor bizi bu yüksek sesler. Sabit fikirliyiz demiyorum, karıştırılsın istemem. Belki en açık görüşlü insansınız, insanlarız, ama yine de bazen kendimizi bile dinlemeyiz, dinleyemeyiz. Bir şeyleri çok istediğimize inanırız bazen, sonra elde edince aslında o istediğimiz şeyin bu olmadığını anlarız, 180 derece değişiriz ve içimizde bir ikilem başlar. Kargaşaya döner bu durum.
“Ben ne istiyorum?” sorusu döner durur aklımızda.
Hatta 180 derecede olan şeyleri istediğimizi anlarız bazen, kendimizle zıt düşeriz dolayısıyla kendimize kızarız. İşte küsemeyiz de. Yine aklımızla baş başa kalırız ama.
Bir amaç, bir ışık, bir çıkış yolu ararız. Ararız da, bulunduğumuz yerden milim kımıldayamayız bazen. Sanki çevremizi bir sis duvarı sarmış da önümüzü göremiyormuşuz gibi. Soluklanmak, zamanı durdurmak gerek belki de. Çünkü bazen elimizden geleni yaptık dediğimizde bu yapabileceğimizin en iyisini yapmak demek değil, bazen o gün yataktan kalkabilmiş olmak bile elimizden gelenin en iyisi olabiliyor.
Zaman algısı da farklı bir tartışma konusu tabii ki. Sonuçta herkesin zamanı, vakti farklıdır. Belki de bunu kendimize aşılayabilirsek, durmanın hiçbir şey yapmanın “yanlış” bir şey olmadığını kabul edebilsek kendimizle savaşıp bu kadar yorulmayız. Çünkü kafamızda hep bir sınır ve bitiş çizgisi belirliyoruz kendimize, yapmamız gerekenler listesi hep var orada.
Her taraftan gelen sesler var: “Şunu yapmalısın, şöyle yapmalısın…” ve bu sesler bize başkası tarafından söylenen şeyler değil, bizim kendi kendimize söylediklerimizdir. İnsan kendiyle savaş verdi mi, aynadakine gıcık ve sinir oldu mu, işte o zaman kötü. Çünkü aynadakiyle hayatımızın sonuna kadar yaşayacağız ve onu memnun etmek zorundayız. Huysuz da biri benimkisi bu arada. Kimse 7/24 beraber olduğu birinin somurtkan ve mutsuz olmasını istemez bence. Küstürtmeyin aynadakini.
Ne olursa olsun insan kendinden kaçamıyor işte. Kim olduğumuzu, ne istediğimizi hep içimizdeki kavanoza bilmeden farkında olmadan yazıp atıyoruz. O kavanoz dolunca da ortalık meydan muharebesine dönüyor. Hem bir aydınlanma hem de bir çöküş. Değişebiliyoruz çünkü insanız dünle bugün yaşadıklarımız aynı değil, aynı yerde durmuyoruz. Bugün başka şeylere inanabiliriz, yeni şeyler öğrenebiliriz yeni tatlar keşfedebiliriz, belki de bugün yeni bir şeye alerjimiz başlar. Seneler içinde yoğruluyor insanın hamuru. Kendimizi arıyoruz bunca zaman hep. Kendi arayışımız içinde de zaman zaman kayboluyoruz ama sanırım ne istediğimiz kim olduğumuz her zaman içimizde bir yerde saklı kalır. Kendimiz; genellikle bir insan, bir olay, bir kitap, bir film ya da başka herhangi bir şeyle tetiklenip su yüzüne çıkabiliyor. Bulduk mu bırakmamız gereken biri kendimiz. Geç olsun da güç olmasın derler ya çok doğru bence. Tamam beklemekte sıkıntı, hele benim gibi sabırsız biri için söyleyebilirim ki çok büyük sıkıntı. Hedefe giden yol bence zevkli; manzarası güzel bir kere.
Sonuçta 40 numara bir ayak, 36 numara ayakkabıya sığmaz; 36 numara ayak da 40 numara ayakkabıya küçük gelir. Kendi ayakkabılarımızın kalıpçısı olmamız gerekiyor.
Kendimizi zincirlere aslında biz bağlıyoruz. Yani bir anımızı nasıl geçirmek istediğimizle, nasıl geçirmemiz gerektiği arasında hep zorunlu olanı seçiyoruz anı yaşamayı unutuyoruz ve bu yüzden de kendimizi tanıyamıyor hep geri plana atıyoruz. Kendimize zaman ayırmayı, kendimizle barışmayı öğrenmemiz gerek.
Fotoğraf © The Metropolitan Museum of Art