“Yavaş yavaş ölürler; seyahat etmeyenler.” – Pablo Neruda
Nereye gidersek gidelim, nerede olursak olalım sevdiğimiz şeyi yapıyorsak, sevdiğimiz ve eğlendiğimiz insanlarla beraber oluyorsak her şey mükemmel geçebiliyor. Seyahat de benim için öyle bir şey. Seyahat, gezi denince her zaman içi kıpır kıpır olan biriyimdir. Hatta stabil hayattan korktuğum bile düşünülebilir. Bana “Gidelim mi?” diyene genelde yok demem.
Seyahat insanın hayatında mutlaka bulundurması gereken bir şey bence. Çünkü ne zaman ki farklı bir ülkeye, farklı bir yere gidilir ve orası keşfedilir, aynı zamanda insan kendi içinde de bir keşfe başlar. Belki büyür, belki de küçülür. Açıklığa kavuşan mevzularımız olabilir, ya da daha da kargaşaya giren. Ama emin olduğum bir şey var ki her ne olursa olsun genellikle ben daha da aydınlanarak dönüyorum.
Seyahat, kültürümüzü ve bilgimizi arttıran bir aktivite. Yeni insanlar, yeni yerler ve yeni yaşam tarzları görmemizi sağlıyor ve bize çoğu şeyi sorgulatıyor genelde. Geri döndüğümüzde evimiz gene evimizdir, ya da evdekiler yine aynıdır ama bizde bir şeyler değişmiştir ve bu değişim hayatımızı etkileyecektir.
Ne zaman seyahat etsem, bulunduğum yerin aslında birilerinin ülkesi, evi olduğunu, buranın bütün ara ve kestirme yollarını bildiklerini, her yere rahatlıkla gidebildiklerini ve gezindiğim o sokaklarda milyonlarca anıları olduğunu düşünürüm. Onların onlarca anısına rağmen kendimin sadece oradan geçen biri olduğunu hatırlarım.
Son tatilimi geçen hafta Çek Cumhuriyeti’nin başkenti Prag’da yaptım. Açıkçası bana mutlaka gitmemi söyledikleri ülke ve şehirlerin arasında açık ara en iyisiydi diyebilirim. Şehir bir kere zaten buram buram tarih, eski eser ve edebiyat kokuyor. Arnavut kaldırımlı ve bolca dar sokaklı olup Franz Kafka’yla anılan efsunlu bir şehir. O kadar güzel ki Hitler’in zamanında büyülenip kıyamadığı 2 şehirden biri; diğeri de Paris’miş.
Ben size Prag’da neler yapılır listesi çıkartmayacağım, ya da ünlü, yapılması gereken şeyleri söylemeyeceğim. Bunu zaten internette her yerde bulmak mümkün ve Tabella yazarımız Berke Dağlı da “Üçüncü Kez Ziyaretimin Ardından Prag ve ‘Dönüşüm’ Kitabı Tartışmaları” yazısında çok güzel anlatmaktadır.[1]
Fakat fazlasıyla beğendiğim bir iki yerden bahsetmek isterim; mesela Petrin Kulesi’ni tavsiye ederim. 1880’li yıllarda Eyfel Kulesi’nden esinlenilerek inşa edilmiştir. Kulenin tepesine çıkmak için 299 basamak tırmanmak gerekiyor.[2] Benim gibi soluğu erken kesilenler için her 15-20 basamak arası bir bank koymuşlar. Hırs ettim, ara vermedim ama dinlenilebilir; bence zorlamayın. En üste çıkınca değdiğini göreceksiniz; Prag bütün ihtişamıyla ayaklarınızın altında. Biz öyle bir saatte gittik ki; tam güneş batıyordu, hava da kararmaya başlamıştı, yani şehri ışıklı da görme şansımız oldu. Bir daha büyülendim diyebilirim. Ayrıca öyle güzel de bir yerde ki burası, çevresi hep yeşillik, yürüyüş yapılabilecek ve huzura erilebilecek bir yer tam olarak.
Çek parasını hiç anlamış değilim, dürüst olacağım yani. Çek Krunası kullanıyorlar ama aslında her şey dengeli; ne çok ucuz, ne çok pahalı geldi bana. Fakat bir kafa kargaşası yarattılar diyebiliriz. Tek söyleyebileceğim maddi açıdan taksiler çok ucuza geldi ve ben birazcık rahatlığına, lüksüne düşkün biriyimdir, ondan şanslı çıktık.
Benim için bir tatile, bir seyahate çıktığımda o yeri yürüyerek gezmezsem ne bir şey anlarım, ne de öğrenirim, bu yüzden yürümek benim için çok önemli. Önemli olmasına önemli de biz ucunu kaçırmışız; günde yaklaşık 25.000-30.000 adım attık. Ben bile, ki çok sık acıkan biri değilimdir, “acıktım” dedim. Abartmış olabiliriz fakat değdi. Yorgunluğumuz bizi durdurmadı, yıldırmadı, bir sürü anıyla geri döndük. Yorgun ama zenginiz yani.
Bir insanı ya beraber yaşayınca ya da tatilde tanırsınız derler. Çok doğru söylenmiş bir söz. Kiminle tatile gittiğiniz çok önemli. Ben her tatilime yeni insanlarla gidiyorum. Bu defa da öyle oldu ve bayağı iyi anlaştığımızdandır ki fazlasıyla eğlendiğim ve beğendiğim bir tatil geçirdim. Sanırım Prag’ın favori listeme girmesini sağlayan da onlar oldu.
Favori içkilerimden olan biranın şehri Prag, birada da üstün başarılıydı. Yaşadığımız en büyük sıkıntı dil sorunuydu çünkü maalesef çok İngilizce bilen yok. Anlaşmak ya biraz sıkıntı oldu, ya da tam komedi. İngilizceden çok Tarzanca konuşup anlaştık denebilir. Bu tatilimizde tarihî eser olan şelalelerin üstüne oturulmaması gerektiğini öğrendik mesela. Fotoğrafta güzel çıkıyor, bence bizi suçlayamazlar. Ayrıca “tabella” da yoktu yani.
Bana göre stabil, oturaklı ve monoton bir hayat yaşamak boğucu geliyor ve sıkılıyorum. Küçükken tombik bir çocuk olduğumdan fazla hareket alanım ve enerjim olamamıştı, sanırım şu an acısını çıkartma peşindeyim.
Tatile giderken hayatımın girişine, üzerinde “Gone crazy, will be back shortly. (Delirmeye gidiyor, kısa zamanda geri dönecek.)” yazan bir “tabella” asmak istiyorum. Bolca tatil, bolca seyahat ve bolca delilik! En gerekliler arasında.
Referanslar
[1] Dağlı, B. (2019). Üçüncü Kez Ziyaretimin Ardından Prag ve “Dönüşüm” Kitabı Tartışmaları. Tabella.
[2] Prague.eu. (2019). Petřín Lookout Tower. Prague.eu
Fotoğraf için tıklayınız.