İşgal ve Beşparmaklar: Barış Dili

Geçtiğimiz hafta “taviz” kelimesinin ve altını dolduran formların nasıl herhangi bir çözüm modeli için bir ön koşul oluşturduğunu kendimce anlatmaya çalışmıştım, güven ve emniyet demiştik…

 

Statükoyu değiştirmekten ve bunun için siyasi kültürümüzü değiştirmekten bahsetmiştim, bunlar tabii ki bilimsel tespitlerden ziyade şahsi değerlendirmelerimdir.

 

Fakat bilimsel araştırmaların bize defalarca tarafların zıt pozisyonları olduğunu ve bu pozisyonların taviz verilmeden uzlaşılamaz olduğunu gösterdiği bir ortamda, insan “Bir dakika duralım, yaptığımız yanlış nerede?” diye durup bir sorguluyor.

 

Bunu konuştuk, bu hafta farklı bir noktaya değinmek isterim: “Barış”.

 

“Barış” ve “müzakere”, “çözüm”, “federasyon”, “statüko”…

 

Bu kavramları yan yana sıraladığımda iki yüzlü hissediyorum, yalancı ve çelişkide hissediyorum…

 

“Barış”a ve insanlığa inanıyorum, bunu hayatım boyunca tekrarladım…

 

Ama “barış” için ne yaptım?

 

Kıbrıslı Türkler olarak “barış” için ne yaptık?

 

Çözüm istemek ve beklemek mi “barış” için çabalamak?

 

Ne kolay olurdu değil mi…

 

Sadece isteyerek barışın duvarlarını sermek, çözümün kalesinin önümüzde çabalamadan dirildiğini seyretmek…

 

Kendimi iki yüzlü hissediyorum çünkü “milletçe” yaptıklarımızın barışı filizlendirmek için katkı sağladığını düşünmüyorum.

 

Çözüm arayışına yapıcı katkı sağlamak barışın surlarını dizmiyor.

 

Barışın surlarını insan seviyesine çıkarak, alın teri ve empati ile serebiliriz…

 

Arkadaşlarımızla, ebeveynlerimizle, yeğenlerimizle, kardeşlerimizle, hepsiyle farklı farklı sebeplerden dolayı kavga ederiz.

 

Bunu normal karşılarız ve kavgalarımızın üzerine gidip onları çözümlemeye çalışırız.

 

Bazı anlaşmazlıklar ne yazık ki uzlaşılmaz olsa da anlaşmazlıklarımızın büyük çoğunluğunu çözümleyebiliyoruz.

 

Bunu bir uzlaşı kültürü sayesinde yapıyoruz.

 

Kavga ettiğimiz insana karşı duygularımızı sorguluyoruz, neden böyle oldu, hata mı yaptım, onlar mı hata yaptı?

 

Bu süreç içerisinde eğer ki gerçekten karşı tarafla uzlaşmak istersek, onlara yönelik empati yapıp onların da hislerini anlamaya çalışırız.

 

En önemlisi, bu süreç içerisinde karşı taraf ile yüzleşiriz, onlara kendimizi anlatırız ve onları dinleriz.

 

Onları dinlerken bir taraftan onlara kavgamızı, en sevimsiz kısımları hatırlatacak imgelemeler yapmayız.

 

Bu uzlaşma çabamızı baltalamak olur, değil mi?

 

Sonuçta kavgalar esnasında tarafların çok da rasyonel davranmadığı bence evrensel olarak kabul edilen bir durum.

 

Hayatımdaki yaşadığım kavgaları gözlerimin önünden geçirdiğimde, yaptıklarımı, söylediklerimi, kırdığım insanları…

 

Bunları yaptım, kötü şeyler söyledim, kalp kırdım…

 

Ama dışlanmıyorum, bugün hâlâ daha insan olarak kabul ediliyorum ve geçmişte kalbini en çok kırdığım insanlar hayatımdaki en yakın insanlar olarak yanımda olmaya devam ediyor…

 

Uzlaşabiliyoruz çünkü uzlaşmak için bir kültür yarattık…

 

Kıbrıslı Türkler olarak uzlaşmak için ne yaptık veya ne yapabiliriz bunu sorgulayalım…

 

Karşı taraf da bunu sorgulasın.

 

Bizim açımızdan bir örnek vermem gerekirse, az önce bahsettiğim “sevimsiz taraf” olarak benzettiğim olguları açmak isterim.

 

Beşparmak dağlarındaki ışıklı bayrak bende hiçbir millî duygu uyandırmıyor.

 

Türklüğüm bir dağdaki bayrağa bakıp, bu bayrakla ne kadar gurur duyduğumla mı ölçülüyor?

 

Dağdaki bu bayrağı gördüğümde aklıma savaş geliyor.

 

O bayrağın altındaki kan lekeleri diziliyor gözlerimin önüne.

 

Ben kan lekeleriyle kirlenmiş evraklara imzamı atmak istemezdim.

 

Gurur duymuyorum, ne savaşla ne de ölümle… Ama anlıyorum, neden bunlar yaşandı ve neden oldu.

 

Ülkeme, devletime, milletime karşı dışlayıcı kötü duygular hissetmiyorum. Anlıyorum ve gerçekçi olmaya çalışıyorum.

 

Fakat yaşanmışlıkların sevimsiz hatırlatmalarına anlam veremiyorum.

 

Kan lekeleri üzerine imza atmaya anlam veremiyorum.

 

Empati yapıyorum ve bunun karşı tarafı nasıl hissettirdiğini düşünüyorum.

 

Utanıyorum…

 

Çok utanıyorum…

 

Onlar da yapmadı mı?

 

Savaş yaşandı, haklı taraf aramaktansa ilerleyelim…

 

Savaşta haklı taraf yoktur, savaşların kazananı yoktur, barışların da kaybedeni yoktur.

 

Öz eleştiri yapalım, insanlık için ne yapabiliriz, bunları düşünelim…

 

Karşı taraf için de bir önerim var…

 

İşgal…

 

Kaç tane iki toplumlu etkinliğe katıldıysam bu kelimeyi duydum.

 

Kalbim büzülüyor, yaşanan haksızlıklar ve içinde bulunduğumuz statükoyu düşünüyorum.

 

Annan Planı’nı ve plan onaylansaydı Türk askerinin düşeceği sayıyı düşünüyorum.

 

Kendi evlerinden, köylerinden iltica etmek zorunda kalan Kıbrıslı Türkleri düşünüyorum.

 

Aynı adada olsa da ona yabancı olan topraklara evim demek zorunda kalan insanları düşünüyorum.

 

Bunları o masum insanlar isteyerek mi yaptı…

 

Nedenlerini aramak önemli değil, konu o değil.

 

Ama bu masum insanların birçoğu Türk askerine minnet duyuyor, kurtarılmış hissediyor.

 

Türk askeri de kendini kurtarıcı olarak hissediyor.

 

Bu insanlara siz “işgalci” ve “mamacı” dediğinizde ne uzlaşısından bahsedebiliriz?

 

Sevmiyorum ben “işgal” kelimesini.

 

Bırakalım bu dili, sevimsiz imaları.

 

İnsanlığımızı, hataların yapıldığını kabul edelim.

 

İnat içerisinde kanlı lekelerin üzerine imza atmaya bir son verelim.

 

Gelin barışın dilini konuşalım…

 


 

Kapak görseli için tıklayınız.

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir