Sabahlar…
Yok yok Kıbrıs sıcaklarından uyandığımız sabahlar değil.
Hani yüreğimizin bize ağır geldiği ve yataktan çıkıp gerçek dünyayla yüzleşip yüzleşmemeye karar veremediğimiz sabahlar. En koyu, en acı kahvenin bile bizi uyandıramadığı ayıltamadığı sabahlar. Göz açmanın bile ağır geldiği sabahlar.
Hani bir anda gözlerimiz açılır, uykuyla ve de rüyalarla gerçekliğe ara verdiğimiz soluksuz molanın bittiğini anımsarız. Günün başlayacağını düşünmek bile ağır gelir, zaman zaman bunları düşünmemeye çalışıp mis gibi kahve kokusunun ardına saklanırız hani, hah işte o sabahlar.
O sabahlar bin bir tane soru vardır hep aklımızda, ardı arkası kesilmeyen sorular. Aslında cevapları bilsek bile bizi kısa süreliğine panik atağa sokan sorular. Sanki elimizdeki cevaplar bize sınıfı geçirtir ama başka cevaplar olsa pek iyi alırmışız gibi.
Bazı sabahlarsa tam tersi olabiliyor, bir kuş cıvıltısı, güneşin parlaması, kahve kokusunun arkasına saklandığımız şeyler değil de gün için gerekli olan yakıt muamelesi gördüğü sabahlar. Hani her şeyi yapabileceğimize inanırız. Bugün değişimin ilk günü deriz, ya da sorularımız vardır ama onlarla barışmışızdır.
Sokaktakilere, tanıdık ya da tanımadık, “Günaydın!” diye seslendiğimiz, birlikte gülümsediğimiz sabahlar da yok değil hani. Sabahlar da hayatın değişik bir parçası biraz. Bazen kalabalık içinde kendimizi kaybetmek istediğimiz, bazense evdeki toz kırıntısının bile sürtünmesinden gıcık kapabildiğimiz bir an.
Ne zaman başladık hayatımızı, günümüzü, haftamızı planlayarak başlamaya? Her sabah o baskıyı üstümüze koymaya ne zaman başladık? Hep “en doğru” yada “en iyi” için uğraşmaya… Sabah sabah kafamıza bu kadar soruyu ve sıkıntıyı ne zamandan beri yükleyip onu bunalttık? Ve bu soruların çoğu, sadece birer kuruntu ya da elimizde olmayan şeyler hakkında. Biraz boşu boşuna sabahımızı yiyoruz yani.
Kafamızın içinde sayılardan oluşmuş bir gürültüyle dolanıyoruz adeta. Bizi bu hâle düşüren düzene, sisteme, emek verip elde edemediklerimize, başkalarının edişine, ay sonunu getirmelere, insan tartıp biçmelere takılıyoruz sabah sabah… Hesaplamayalım artık, olacağına varsın! Dünyanın derdi de, dermanı da dünyada. Tam da bu anda bir şiirden alıntı yapmak geliyor içimden:
“Pencereyi aç
soluğun çıksın dışarı
sen büyütmedin mi ciğerinde onu
Kokusu hayatı yıkasın diye
…
Pencereyi aç
sesin sarsın dünyayı
duyulur elbet ta ötelerden
Yürek kendini tanır”
-Arkadaş Zekai Özger
Resimlere bak, kuşlara bak, telefonuna bakma kitaplara bak, ne bileyim sabah sabah sana hesap kitabı unutturacak ne varsa ona bak işte! Bu hesapların çevreni sarmasına izin verme, ipin ucunu bırakma.
Sabahlarımızı telefonlardan, planlamalardan ve endişelerimizden geri alalım. Suyumuzu içelim, elimizi yüzümüzü yıkayalım ama bunları yaparken yapacağımız şeyleri ya da günümüzü falan düşünerek değil suyu hissederek yapalım. Özenle, küçük bir kahvaltı dahi olsa, zevkle kahvaltımızı hazırlayalım. Bunları yaparken telefonumuzu bir kenarda bırakalım, nefes egzersizi yapalım. Belki 1 saatimizi alabilecek bir ritüel bu, hatta “zaman kaybediyoruz” hissi yaratabilir ama rakamlardan, hesaplardan kurtulunca ne kadar hafiflediğimizi ve aslında bize ne kadar iyi geldiğini göreceksiniz.
Sabahları yaptığımız her şey aslında günümüzü ne kadar etkiliyor, farkında bile değiliz. Boşu boşuna “Yatağın tersinden mi kalktın?” yada “Amaaan bugün hep aksilikle uyandım!” falan demezler.
Hayatı, günümüzü, sabah sabah henüz çözümlememiş olmak ne güzel şey. Birçok insan bunu yıldırıcı ve korkutucu buluyor, fakat bu sadece özgür olabilmemiz için bir şans. Sıradanlığa razı olmadan, özgürce ve rahatça sabahımızı yaşayalım.
Kapak görseli için tıklayınız.