Sanal Tutsaklık

Sosyal medya fenomenleri ve kullanıcıları günümüzde bayağı artmış durumda. Ve kullanış biçimi de iyice çeşitlilik kazandı. Özellikle Instagram platformunda blogger’lar baş almış. Bu günkü bu sosyal medya kullanımını ve kullanış şeklimizi 30 sene önceye uyguladığımızı düşünsenize, ya da birkaç yüzyıl öncesine…

 

Mesela Romeo’nun ilk görüşte âşık olduğu Juliet’in ne yaptığını, nerede olduğunu öğrenmek için sabahtan kalkar kalkmaz ilk iş Juliet’in hikâyesine bakmış olduğu bir zaman. Hangi fotoğrafları, videoları beğenmiş, kime yorum atmış ya da kimi takip etmeye başlamış diye elinde sabah sabah bir cihazla ortalıkta gezinmiş olduğunu düşünsek…

 

Yada mesela Frida Kahlo’nun aşkı Diego’ya diye yazdığı her şeyi aslında Twitter hesabından “gönderme” amaçlı yazıp paylaştığını düşünün. Ne kadar da komik duyuluyor!

 

Evet aşk bir anormallik durumudur; yani normal olamama, alışılagelmişin dışında davranma. Peki ya bu sosyal medya kullanımının başka bir zamanda geçtiğini düşünelim…

 

Mesela 1974 yılında adamızda, taraflar değişirken anneannemin canlı bir şekilde bu barikattan geçtik, bizi bu eve yerleştirdiler diyerek ortalıkta gezindiği bir durum. Komik.. Kulağa çok komik duyuluyor yani ama günümüzde durum böyle maalesef.

 

Ama biz sürekli bir şekilde sosyal medyaya bağlanıyor ve hayatı oradan yayınlamakta ısrar ediyoruz, ve ben de bunu yapanlardan biriyim sanırım. Fakat yayınladığımız şeylerde hiç net olamıyoruz, bunu fark ediyorum. Genelde bir gönderme durumu var. Anormal bir şekilde hem de… Gönderme olmasa da bazen bir ispatlama durumu belki de! Ya da kendimizi gösterme… Bence sosyal medya kullanımı insanda kişilik bozukluğu ve iletişim bozukluğu yaratıyor. Kopukluk.
Kimseye nasıl hissettiğimizi doğru düzgün söyleyemiyoruz, hep bir “like”la ya da “paylaşım”la iletişim. Neden?

 

Neden duygularımızı, düşüncelerimizi saklıyoruz? Kimse sadece aşktan bahsettiğimi düşünmesin, her türlü insan ilişkilerinde, dostluklarımızda, her şeyde günümüzde var olan bir durum bu. Kimse net değil. İlla “Aman beni hatırlasın!” ya da “Görsün bunu diye attım!”lar… Hep boşluktan bence bunlar. Ya da dizilerden kaynaklı. Hep bir tanınma, fenomen olma ya da göz önünde olma isteği… Sosyal medyada herkes zaten birbirini seviyor sayıyor; ama her şey o küçücük cebe sığan cihazda oluyor, hiçbir gerçekliği olmuyor bazen. Duygularımız gerçekte yaşamamız için varlar.

 

“Sevgiyi sözde ya da kelimede değil; davranışta ve gerçekte yaşayalım.” – Tolstoy

 

Aynı zamanda bir de evinde televizyon olmayanlar var, onlara özeniyorum doğrusu. Ya da mesela eve geldikten sonra hiç telefonunu kullanmayanlara, daha doğrusu ailesiyle sevdikleriyle haberleştikten sonra sosyal medyadan uzak durabilenlere. Tebrik ediyorum hatta. Uzun zamandır benim de uygulamaya çalıştığım bir düzen bu. Detokstan farksız ve gerçekten insan rahatlıyor. Çünkü kaç kişi o hikâyeye bakmış, bakmasını istediğim bakmış mı, kaç “like” almışım, kim bana yorum yapmış, insanı huzursuz biri hâline getirebiliyor. Aynı zamanda vaktimizi de fazlasıyla harcıyor. Hem de gereksiz yere.

 

“Lütfen, yalvarıyorum gidin televizyonunuzu çöpe atın ve boşalan yere güzel bir kütüphane kurun.” -Roald Dahl

 


 

Kapak fotoğrafı için tıklayınız.

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir