Demokrasiye müdahale, çok sık dile getirdiğimiz ve sıklıkla kınadığımız ancak bir o kadar da alışma belirtileri gösterdiğimiz bir kavramdır. Seçimlere ve seçilmişlerin kararlarına doğrudan veya dolaylı müdahaleler demokrasiye yapılmış müdahaleler olarak sayılır. Demokratik düzen bugün bir modern yönetimin olmazsa olmazı olarak görülür ve özgürlüklerin bel bağladığı önemli bir taştır.
Demokratik düzene müdahale; halkça belirlenmiş anayasal yapının ve halk iradesinin çiğnenmesine dayalı, halkça kabul görmeyen ve/veya demokratik teamüllere uygun olmayan yollar ile ilgili düzenin etki altında kalması ve/veya statü değiştirmesi olarak gösterilebilir. Demokratik düzene müdahalenin en sık görülen formu askerî gücün şiddet veya şiddet tehdidi kullanarak ya da muhtıra vererek sistemde değişiklik yapma durumudur. Şiddet veya şiddet tehdidinin kullanıldığı durumlara örnek olarak 27 Mayıs 1960 ve 12 Eylül 1980 askerî darbeleri gösterilebilir. Bu durumlarda silahlı kuvvetler güç kullanarak yönetime el koymuş ve kendi yönetimlerini oluşturmuştu. Yerli bir askerî gücün müdahalesi darbe olarak değerlendirilir ancak örneğin Vichy Fransası’nda da görüleceği üzere dış askerî güçlerin de müdahalesi ile düzen değişebilmekte ancak bu genellikle bir savaş esnasında ve savaş kapsamında olduğu için darbe şeklinde nitelendirilmemektedir.
Bunun dışında muhtıra yöntemi de alenen olmasa da bir şiddet tehdidi oluşturarak düzeni değiştirmeyi hedefler. Örneğin 12 Mart 1971’de Türkiye’de ordu bir muhtıra sunarak görevdeki hükûmeti istifaya zorlamıştır. Ordu bizzat yönetime el koymamışsa da yönetimde değişikliğe sebebiyet vermiştir. 28 Şubat süreci de benzer bir sonuç doğurmuştur.
Peki bir gücün demokrasiye müdahale etmesinin veya diğer gücü tehdit etmesinin tek yolu şiddet ya da askerî müdahale ile mi olur?
Türkiye ile Kuzey Kıbrıs arasındaki asimetrik ilişkiler bütünü içerisinde tehdit unsuru olarak askerî bir müdahale iddiası mevzubahis olmamıştır. Bunun yerine ekonomik müdahale yahut seçime yönelik müdahale iddiaları vardır. Yani dış gücün yönetime müdahale etmek istediği noktalarda ekonomik yardımları ve/veya seçimlerde desteği bir araç olarak kullanması örnek gösterilebilir. Ancak genellikle anlatılan bu tarz araçların alenen değil üstü kapaklı olarak kullanıldığı yönündedir. Örneğin 1981 seçimleri sonrası iktidar partisini dışarıda bırakarak kurulmak istenen hükûmeti engellemek için muhalefet partilerini gizlice Villa Fırtına’ya toplamak ve telkinlerde bulunmak buna bir örnektir. Ancak örneğin 1990 seçimlerinde olduğu gibi Türkiye hükûmeti resmî bir açıklama ile bir adayı da destekleyebilmektedir.
Günümüzde ise neredeyse kurulan her hükûmet icazet ile kurulmakta ve icazet ile bozulmaktadır. Uygun görülen hükûmet formüllerine riayet etmeyenler ekonomik desteğin yokluğuyla veya seçimlerde rakip adayın desteklenmesiyle terbiye edilebilmektedir. Yakın geçmişte bu minvalde birçok iddia gündeme gelmiştir. Örneğin 2006’da Özgürlük ve Reform Partisi olayı bunlardan biridir. 2015’te CTP/BG-DP/UG hükûmeti sonlanırken gerekçe olarak Serdar Denktaş’ın bulunduğu bir hükûmetin Türkiye tarafından istenmediği iddiası vardı. 2018 seçimleri sonrası dörtlü koalisyon kurulmadan önce UBP-HP hükûmeti kurulması yönünde bir baskı olduğu ve daha sonra da buna karşı gelinerek kurulan hükûmete ekonomik katkı yapılmadığı iddiası vardı. Zaten daha sonra kurulan UBP-HP hükûmetinin de nasıl kurulduğu, yerine de farklı bir hükûmet arayışının nasıl yapıldığı yönündeki iddialarda kamuoyuna malumdur.
Özetle demokratik yapıya müdahalenin tek yolu şiddet ya da askerî güç kullanımı değil aynı zamanda ekonomik baskı ve siyasi zorlamalardır. Ekonomik bağımsızlığı olmayan bir bireyin sponsorunun taleplerini çoğunlukla uygulamak zorunda olması gibi ekonomik, dış politika ve askerî güç olarak bağımlı olduğu Türkiye tarafından bu tarz zorlamalara maruz bırakılmamak adına Kuzey Kıbrıs için tek şart bu alanlarda güçlenmek ve Türkiye ile sağlıklı ilişkiler kurmaktır.
Aksi hâlde yöneticilerimiz ya talimatla gelir ya da talimatla gider.